Bir gün altı insanın yolu bir yerde kesişti. Birbirlerini daha önceden tanımıyorlardı. İlk defa ve mecburen bir arada olmaları gerekiyordu. Tehlikeli bir yolculuğun hiç beklenmedik durağında durmuşlardı. Bindikleri araç arızalanmış, yolda kalmışlardı. Soğuk ve karanlıktı. Hepsi bir ateşin etrafında toplanmış, ısınmaya ve gecenin karanlığını dağıtmaya çalışıyorlardı. Biricik ateşleri sönmek üzereydi. Alevler cılızlaştıkça karanlık derinleşti. Yüzlerine çarpan sıcaklık hızla azalmaya başladı. Herkesi yalnızlaştıran ve çaresizleştiren karanlığı ve soğuğu daha derinden hissetmeye başladılar.
Ateşe yeni odun atmak gerekiyordu. Odunları yok değildi. Her birinin elinde birer odun vardı.
Halkanın en başında oturmakta olan kadın, elindeki odunu arkasına saklamıştı. Ateşin etrafındaki adamlardan birinin zenci olduğunu fark etmişti. Bir zenci için feda edecek bir şeyi yoktu.
Kadının yanındaki adam tek tek herkesin yüzüne baktı. Kendi milletinden kimse yoktu, ateşe atacağı odun başkalarını ısıtacak olduğuna göre soğukta kalsa daha iyiydi. Elindeki odunu sıkıca kavrayıp tuttu.
Hemen onun yanında zengince bir adam oturuyordu. Bir eli yağda bir eli balda yaşamıştı şimdiye dek. “Sıradan” insanların arasına sığınmak zorunda oluşuna lanetler okuyordu. Sahip olduğu malı mülkü aklına geldi; kimseyle bir şey paylaşmamıştı şimdiye dek. Hep kazanan olmuştu. Şimdi elindeki tek serveti odunu neden bu miskin insanlar için harcamalıydı ki? Ateşe atmadı elindekini.
Onun yanındaki yoksul adam, ceketini bir hırsıza kaptırmıştı. Nefretle yanındaki iyi giyimli zengine baktı, emeğini sömürüp hakkını vermeyen bencil bir zengin için neden bir odunu feda etsindi ki?
Zenci olan ise nefret duygularıyla doluydu tüm beyazlara karşı. Elindeki sopa kendini başkalarından koruyacak tek silahtı. Onu ateşe atıp yakamazdı.
Halkanın sonundaki adam ise şimdiye kadar hiç karşılıksız vermemişti. Ancak bir şey aldığında vermeyi öğretmişti ona anne ve babası. Oyunun kuralı böyleydi. Ateşe atmadı elindeki odunu.
* * *
Ertesi gün küllenmiş bir ateşin etrafında donarak ölmüş altı insan cesedi bulundu. Her birinin donmuş ellerinde sıkı sıkıya tutulmuş altı tane de ateşe atılmamış odun vardı.
Kaskatıydı elleri: Bir başkası için vermeye yanaşmayan bencillikleri tutmuştu ellerini. Donmuştu yürekleri: İçlerine “senden eksilen aslında sana kalır!” gerçeğinin sımsıcak güneşi hiç doğmamıştı. Buza kesmişti gözleri: Kendilerinden başkasını görmeyi öğrenmemişlerdi hiç. Sıcağını kaybetmişti yüzleri: Kabuğunu kıramayan “ben”likleri “infak” meyvesine durmadan içine kapanıvermiş, çürümüştü.
Görünüşe göre hepsi dışarıdaki soğuk yüzünden ölmüştü. Oysa, insanın ellerini vermekten geri tutan cimrilik daha soğuktu. İnsanı büyüklenmenin vadilerine savuran aldırışsızlık daha karanlıktı. Oysa “ben var ya, ben!” dedirten bencilliğin giderek yuvarlanan çığı en amansız ayazdı. Oysa başkalarını görmekten alıkoyan çıkarcılığın körlüğü en soğuk karanlıkları emziriyordu.
Buzların hepsini eriten sımsıcak kelimeleri O (asm) çoktan dillendirmişti:
“Vermeyene vereceksin!”
Karanlıkları dağıtan heceler O’nun [asm] dudağından akıp gelmişti:
“Gelmeyene gideceksin!”
Ben’ciliğin katı duvarlarını yıkan, bencilliğin soğuk küllerini köz eyleyen sözler O’nun (asm) nefesinde alevlenmişti:
“Kötülük edene iyilik edeceksin!”
Dışarıdaki soğuk değil, içlerindeki soğukluk öldürmüştü onları. Dirilmeye hazırlananlar asıl “ateş”i O’nun dudağında gördüler.
Senai Demirci
Ateşe yeni odun atmak gerekiyordu. Odunları yok değildi. Her birinin elinde birer odun vardı.
Halkanın en başında oturmakta olan kadın, elindeki odunu arkasına saklamıştı. Ateşin etrafındaki adamlardan birinin zenci olduğunu fark etmişti. Bir zenci için feda edecek bir şeyi yoktu.
Kadının yanındaki adam tek tek herkesin yüzüne baktı. Kendi milletinden kimse yoktu, ateşe atacağı odun başkalarını ısıtacak olduğuna göre soğukta kalsa daha iyiydi. Elindeki odunu sıkıca kavrayıp tuttu.
Hemen onun yanında zengince bir adam oturuyordu. Bir eli yağda bir eli balda yaşamıştı şimdiye dek. “Sıradan” insanların arasına sığınmak zorunda oluşuna lanetler okuyordu. Sahip olduğu malı mülkü aklına geldi; kimseyle bir şey paylaşmamıştı şimdiye dek. Hep kazanan olmuştu. Şimdi elindeki tek serveti odunu neden bu miskin insanlar için harcamalıydı ki? Ateşe atmadı elindekini.
Onun yanındaki yoksul adam, ceketini bir hırsıza kaptırmıştı. Nefretle yanındaki iyi giyimli zengine baktı, emeğini sömürüp hakkını vermeyen bencil bir zengin için neden bir odunu feda etsindi ki?
Zenci olan ise nefret duygularıyla doluydu tüm beyazlara karşı. Elindeki sopa kendini başkalarından koruyacak tek silahtı. Onu ateşe atıp yakamazdı.
Halkanın sonundaki adam ise şimdiye kadar hiç karşılıksız vermemişti. Ancak bir şey aldığında vermeyi öğretmişti ona anne ve babası. Oyunun kuralı böyleydi. Ateşe atmadı elindeki odunu.
* * *
Ertesi gün küllenmiş bir ateşin etrafında donarak ölmüş altı insan cesedi bulundu. Her birinin donmuş ellerinde sıkı sıkıya tutulmuş altı tane de ateşe atılmamış odun vardı.
Kaskatıydı elleri: Bir başkası için vermeye yanaşmayan bencillikleri tutmuştu ellerini. Donmuştu yürekleri: İçlerine “senden eksilen aslında sana kalır!” gerçeğinin sımsıcak güneşi hiç doğmamıştı. Buza kesmişti gözleri: Kendilerinden başkasını görmeyi öğrenmemişlerdi hiç. Sıcağını kaybetmişti yüzleri: Kabuğunu kıramayan “ben”likleri “infak” meyvesine durmadan içine kapanıvermiş, çürümüştü.
Görünüşe göre hepsi dışarıdaki soğuk yüzünden ölmüştü. Oysa, insanın ellerini vermekten geri tutan cimrilik daha soğuktu. İnsanı büyüklenmenin vadilerine savuran aldırışsızlık daha karanlıktı. Oysa “ben var ya, ben!” dedirten bencilliğin giderek yuvarlanan çığı en amansız ayazdı. Oysa başkalarını görmekten alıkoyan çıkarcılığın körlüğü en soğuk karanlıkları emziriyordu.
Buzların hepsini eriten sımsıcak kelimeleri O (asm) çoktan dillendirmişti:
“Vermeyene vereceksin!”
Karanlıkları dağıtan heceler O’nun [asm] dudağından akıp gelmişti:
“Gelmeyene gideceksin!”
Ben’ciliğin katı duvarlarını yıkan, bencilliğin soğuk küllerini köz eyleyen sözler O’nun (asm) nefesinde alevlenmişti:
“Kötülük edene iyilik edeceksin!”
Dışarıdaki soğuk değil, içlerindeki soğukluk öldürmüştü onları. Dirilmeye hazırlananlar asıl “ateş”i O’nun dudağında gördüler.
Senai Demirci