Yıllar önce üniversite de okurken bir okul gezisinde Çanakkale’ye gitmiştim. Savaşın geçtiği yerleri görmek için çok sabırsızlanıyordum. Nihayet Çanakkale’ye vardık. Savaşın yaşandığı yerleri görünce içimi büyük bir hüzün kapladı. O an kendimi savaşın yaşandığı anlarda hayal etmeye çalıştım. Çanakkale savaşı ölüm kalım savaşıydı. Bu savaş bir milletin değil bir ümmetin savaşıydı. Bu savaş kardeşliğin ve vefanın da en üst düzeyde yaşandığı bir destandı.
Evet bu savaş bir kardeşlik destanıydı. Bu cephede Türk, Arab, Kürt, Boşnak, Arnavut omuz omuza savaştı. Bir çoğu şehit düştü. Bunu şehitliğe vardığımızda daha net bir şekilde görmüştük.
Şehitlikte Urfa, Edirne, Diyarbakır, Şam, Belgrat, Sancak, Yemen ve Osmanlı Devletinin o dönem hakimiyetinde olan bütün memleketlerden şehitler vardı. Bu durum bu savaşın ne kadar önemli bir savaş olduğunu bir milletin değil bir ümmetin savaşı olduğunu gösteriyordu.
Savaşın vahametini anlatan çok ilginç şeylerle karılaştık. Mesela beni en çok etkileyen bir şey vardı. O da müzede gördüğüm iç içe girmiş kurşunlardı. Bu kurşunların havada birbirine girmesi demek savaşın ne kadar şiddetli olduğunu göstermesi açısından çok önemli bir örnektir. Başka bir örnekte kanlı sırt denen tepeydi. Kanlı sırt denen bu yerde kitabede yazdığına göre o kadar kan akmıştır ki bu tepe de yıllarca ot bitmemiş. Bu örneklere benzer bir çok değişik örnekler vardı.
Bu savaşın acı bir yönü de Osmanlı Devleti bu savaşta yetişmiş (eğitimli) insan gücünün büyük bir kısmını kaybetmesidir. Öğretmeni, üniversite hocası, müderrisi, tekke dervişi ve talebesi ile “İrfan Ordusu”nun seçkin temsilcileri Çanakkale’de savaşmış ve vatana olan borçlarını ziyadesiyle ödemişlerdir.
Bunlardan bir örnek olarak Tarihçi İsmail Çolak’ın “Okuldan Çanakkale’ye: Mahşerin İrfan Ordusu” kitabında yer alan “Vefa’lı” Öğretmen Ahmet Rıfkı’yı aktaracağım:
İstanbul Vefa Lisesi’nde, Fransızca Öğretmeni olan Ahmet Rıfkı 30 yaşlarındaydı ve aynı semtte annesiyle beraber oturuyordu. 1915 Mayısında Ahmet Rıfkı, çantası elinde mektepten içeri girdi; fakat koridorlarda ağır bir sessizlik vardı. İlk saat lise birinci sınıflara dersi vardı. Sınıfa girdiğinde öğrenciler kendisini ölü sessizliğiyle karşılamıştı. Çocuklar başlarını öne eğmiş, heykelleşmiş bir vaziyette oturuyorlar; ağızlarını bıçak açmıyordu. Ahmet Rıfkı selam verdiğinde ise ayağa kalkıp cevap bile vermemişlerdi.
Rıfkı Bey, fena halde sarsılmıştı; sebebini öğrenmek için sınıfa yöneldi ve “Rica ediyorum; lütfen biriniz konuşunuz!” dedi. Arka sıralardaki Ömer ayağa kalkıp cevap verdi: “Muallim Bey, mektebimizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz ise, hâlâ buradasınız! Biz de gitmek isteriz ama, yaşımız tutmuyor!”
Muallim Rıfkı, şimdiye kadar hiç düşünmediği bir söze muhatap olmuştu ve ağzından boğuk da olsa şu sözler dökülebilmişti: “Sevgili yavrularım, eğitim ve öğretime daha fazla muhtaç olduğunuz bu devirde sizlere millî ve medenî terbiyeyi veremiyor muyum?” Bunun üzerine ön sırada oturan Avni ayağa kalkıp, hocasını can evinden vuran şöyle bir soru sordu: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar, söyler misiniz?”
Artık, Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hali kalmamıştı; bu soru dermanını kesmişti. Talebelerinden duyduğu sözler, içinde büyük fırtınalar kopartmış; sağanak sağanak ağlatmıştı. Öğrencilerinin sözlerini, kutsal bir muska gibi katlayıp koynuna soktu. Sonunda, mektep idaresine dilekçesini verdi ve öğrencileriyle vedalaşıp okuldan ayrıldı. Evine geldi, annesine durumu anlattı; helâllik dileyip elini öptü ve doğru Harbiye Mektebi ihtiyat zabit namzetleri talimgâhına koştu. Burada aldığı kısa bir eğitimin ardından hemen Çanakkale yollarına düştü.
Düşman 19 Aralık günü, Arı burnu ve Anafartalar’ı gizlice terk etmişti. Ancak düşmanın döşediği mayınlar, bir hayli zayiat verdirmişti. İşte, bunlardan biri de Ahmet Rıfkı’ya isabet etmiş ve şehitlik mertebesine ulaşmıştı. O şimdi, Sarı Bayır’da vatan borcunu ifa etmenin rahatlığıyla huzur içinde yatıyor.
Buna benzer bir çok hikayeyi Çanakkale Savaşını anlatan kitaplarda okuyabiliriz. Çok sayıda eğitimli insanın şehit olması daha sonra yeni Türkiye Cumhuriyetinde yetişmiş insan sıkıntısı yaşanmasına sebep olacaktı. Bu savaşta 250 bin insanımızı kaybettik. Birkaç misli de sakat kaldı.
Evet Çanakkale bir ümmetin kardeşlik destanıdır. Ümmetin Osmanlı Devletine vefa borcunu ödemek için sınandığı son imtihanıdır. Ve bu savaşta iman tekniğe meydan okumuştur. Öldü denilen bir Millet küllerinden doğarak sömürgecilere dur demiştir. Dünyanın en güçlü orduları karşısında milletimiz imanın vermiş olduğu "Ölürsem şehidim kalırsam gaziyim" düşüncesi ile karşı koymuş ve muzaffer olmuştur.
Evet bu savaş bir kardeşlik destanıydı. Bu cephede Türk, Arab, Kürt, Boşnak, Arnavut omuz omuza savaştı. Bir çoğu şehit düştü. Bunu şehitliğe vardığımızda daha net bir şekilde görmüştük.
Şehitlikte Urfa, Edirne, Diyarbakır, Şam, Belgrat, Sancak, Yemen ve Osmanlı Devletinin o dönem hakimiyetinde olan bütün memleketlerden şehitler vardı. Bu durum bu savaşın ne kadar önemli bir savaş olduğunu bir milletin değil bir ümmetin savaşı olduğunu gösteriyordu.
Savaşın vahametini anlatan çok ilginç şeylerle karılaştık. Mesela beni en çok etkileyen bir şey vardı. O da müzede gördüğüm iç içe girmiş kurşunlardı. Bu kurşunların havada birbirine girmesi demek savaşın ne kadar şiddetli olduğunu göstermesi açısından çok önemli bir örnektir. Başka bir örnekte kanlı sırt denen tepeydi. Kanlı sırt denen bu yerde kitabede yazdığına göre o kadar kan akmıştır ki bu tepe de yıllarca ot bitmemiş. Bu örneklere benzer bir çok değişik örnekler vardı.
Bu savaşın acı bir yönü de Osmanlı Devleti bu savaşta yetişmiş (eğitimli) insan gücünün büyük bir kısmını kaybetmesidir. Öğretmeni, üniversite hocası, müderrisi, tekke dervişi ve talebesi ile “İrfan Ordusu”nun seçkin temsilcileri Çanakkale’de savaşmış ve vatana olan borçlarını ziyadesiyle ödemişlerdir.
Bunlardan bir örnek olarak Tarihçi İsmail Çolak’ın “Okuldan Çanakkale’ye: Mahşerin İrfan Ordusu” kitabında yer alan “Vefa’lı” Öğretmen Ahmet Rıfkı’yı aktaracağım:
İstanbul Vefa Lisesi’nde, Fransızca Öğretmeni olan Ahmet Rıfkı 30 yaşlarındaydı ve aynı semtte annesiyle beraber oturuyordu. 1915 Mayısında Ahmet Rıfkı, çantası elinde mektepten içeri girdi; fakat koridorlarda ağır bir sessizlik vardı. İlk saat lise birinci sınıflara dersi vardı. Sınıfa girdiğinde öğrenciler kendisini ölü sessizliğiyle karşılamıştı. Çocuklar başlarını öne eğmiş, heykelleşmiş bir vaziyette oturuyorlar; ağızlarını bıçak açmıyordu. Ahmet Rıfkı selam verdiğinde ise ayağa kalkıp cevap bile vermemişlerdi.
Rıfkı Bey, fena halde sarsılmıştı; sebebini öğrenmek için sınıfa yöneldi ve “Rica ediyorum; lütfen biriniz konuşunuz!” dedi. Arka sıralardaki Ömer ayağa kalkıp cevap verdi: “Muallim Bey, mektebimizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz ise, hâlâ buradasınız! Biz de gitmek isteriz ama, yaşımız tutmuyor!”
Muallim Rıfkı, şimdiye kadar hiç düşünmediği bir söze muhatap olmuştu ve ağzından boğuk da olsa şu sözler dökülebilmişti: “Sevgili yavrularım, eğitim ve öğretime daha fazla muhtaç olduğunuz bu devirde sizlere millî ve medenî terbiyeyi veremiyor muyum?” Bunun üzerine ön sırada oturan Avni ayağa kalkıp, hocasını can evinden vuran şöyle bir soru sordu: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar, söyler misiniz?”
Artık, Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hali kalmamıştı; bu soru dermanını kesmişti. Talebelerinden duyduğu sözler, içinde büyük fırtınalar kopartmış; sağanak sağanak ağlatmıştı. Öğrencilerinin sözlerini, kutsal bir muska gibi katlayıp koynuna soktu. Sonunda, mektep idaresine dilekçesini verdi ve öğrencileriyle vedalaşıp okuldan ayrıldı. Evine geldi, annesine durumu anlattı; helâllik dileyip elini öptü ve doğru Harbiye Mektebi ihtiyat zabit namzetleri talimgâhına koştu. Burada aldığı kısa bir eğitimin ardından hemen Çanakkale yollarına düştü.
Düşman 19 Aralık günü, Arı burnu ve Anafartalar’ı gizlice terk etmişti. Ancak düşmanın döşediği mayınlar, bir hayli zayiat verdirmişti. İşte, bunlardan biri de Ahmet Rıfkı’ya isabet etmiş ve şehitlik mertebesine ulaşmıştı. O şimdi, Sarı Bayır’da vatan borcunu ifa etmenin rahatlığıyla huzur içinde yatıyor.
Buna benzer bir çok hikayeyi Çanakkale Savaşını anlatan kitaplarda okuyabiliriz. Çok sayıda eğitimli insanın şehit olması daha sonra yeni Türkiye Cumhuriyetinde yetişmiş insan sıkıntısı yaşanmasına sebep olacaktı. Bu savaşta 250 bin insanımızı kaybettik. Birkaç misli de sakat kaldı.
Evet Çanakkale bir ümmetin kardeşlik destanıdır. Ümmetin Osmanlı Devletine vefa borcunu ödemek için sınandığı son imtihanıdır. Ve bu savaşta iman tekniğe meydan okumuştur. Öldü denilen bir Millet küllerinden doğarak sömürgecilere dur demiştir. Dünyanın en güçlü orduları karşısında milletimiz imanın vermiş olduğu "Ölürsem şehidim kalırsam gaziyim" düşüncesi ile karşı koymuş ve muzaffer olmuştur.