Kimi hayalî, kimi gerçek anılarla dolu bir yazı…
Ne diyeyim Rabbim? Bilemiyorum. Ruhumdan coşup gelen duygularla doluyum.
... Bir bulut geçse, bir kuş kanat çırpsa, bir yaprak düşse nereye düşer, nereye gider, nereye konar diye merak ediyorum...
Her şey âşikar Allah’ım. İnanan için her şey gözler önünde. Ama yine de gözlerden gizli. Ne de olsa imtihan sırrı. Her şey göz göz olmuş, bana doğru bakarken, benim gözlerim nerede? Nereye çevrili? Işıltılı vitrinlere mi, boş şeylere mi? Gözlerimiz nereye çevrili?
Kur’ân öyle hayretengiz şeylere dikkat çekiyor ki; göklerin direksiz durduğundan haber veriyor. Kuşların gökyüzü boşluğunda ancak Allah’ın izniyle durduğunu söylüyor. Say ki say… Asıl haber bunlar.
Merakı olana yetmez mi? Gözümüzü çevirip bakmak gerekmez mi? Ülfet denilen hastalık yetti, yeter. Her şey Allah’ı anlatırken, bizim dillerimiz neler anlatıyor neler! Sorulacak bir gün dillerimize neler anlattığı, neler söylediği.
Dilimize de oruç tutturmak var bu ayda. En zor oruç da bu olsa gerek Ramazanda…
***
Gelelim gecelerine.
Geceler ki huzur dolu. Ramazanda ışıl ışıl minareler. Ruhumu ateşliyor, tutuşturuyor. Yeni gözler gerek görmek için, gönüllerimizin arındığı ve yıkandığı bu vakitlerde. Gencecik insanlar, babalar, çocuklar, anneler ve küçük kızlar el ele... Hem de neşeyle… Teravih için yollardalar. Camilerin kapılarındalar. Rabbim nasıl da sermişsin rahmetini, nasıl da kucaklamışsın rahmetinle hepsini... Görmek yetmez bunları. Durmak, düşünmek de gerek üstünde.
Hayat ki, geçip gidiyor işte. Kayan bir yıldız gibi gözler önünde. Bir buket çiçek yap, topla bunlardan. Hatıralarının en müstesna köşesinde sakla. Ya da arı gibi bal yap, peteğini doldur. Dem bu dem. Deme “daha erken”. Çek içine bu havayı vakit varken.
Ne masraflar eder, nice zahmetlere katlanıp nerelere gideriz de elimiz bomboş döneriz çok defa. Neden mi? Ruhumuz yoktur yanımızda, kalbimiz yoktur da onun için. Asıl ticaret bu: Allah’ın verdiği bu bereketli vakitleri yine Allah’ın yolunda kullanmak. Ticaretini Allah ile yapan zarar eder mi hiç?
Görmeyenlerin bile kalp gözü ile gördüğü bir dünyada, görenlerin kafa gözünü ibretle bakmak için kullanamamaları ne garip. Gözü olan değil, kalbi olan görüyor.
Meselâ bir çocuk önünüzden geçer gider. Sahi sizin çocukluğunuz değil mi o? Meselâ onun tuttuğu oruç, onun nefsiyle verdiği o eşsiz mücadele… Akşama doğru ezan sesiyle o yüzde beliren neşe... Bir şeyi başarmanın o küçük ruhta meydana getirdiği o büyük sevinç. Sizin çocukluğunuzdan da izler taşımaz mı?
Kendi başına yaşamak yok. Başkalarının da hayatı bizim. Aynalar konuluyor önümüze. Görmek zor değil. Dikkatli olmak yeterli. Şimdi mutluluğu çoğaltmak vakti. Sevinenlerin sevincini paylaşmak vakti. Seyrediyorum ibretle ve hikmetle yaşananları birer birer. Sanki kamera elde, bir film çeker gibi hem de, hassasiyetle…
İşte kaymak satan bir çocuk.
Elinde kaymak tepsisi. Geride kız kardeşi ve abisi.
“Nasıl gidiyor satışlar?” diye soruyorum.
Titrek bir ses ve utangaç bir eda ile:
“İyi abi.”
“Kazandığınızla ne yapacaksınız?” diyorum.
“Kardeşim bayramlık almak istiyor, onun için çalışıyoruz.”
Bu cevap yetiyor beni düşündürmeye… Hayat bir faaliyet. İster karıncaya bak, ister kaymakçı çocuğa. Bak da ibret al… Bu küçük ruhlar kendi içinde organize olmuş, bir güzel dayanışma dersi veriyorlar.
Bir kare daha geçiyor gözlerimin önünden. Caminin avlusunda dedesi ile küçük bir çocuk yürüyor. Yardım isteyen birine merhametli nazarla bakıyor ufaklık.
“Dede, cebimde param olsaydı hepsini verirdim bu kadına.”
Dedesi bu fırsatı kaçırmıyor. Cüzdanını çıkarıp on lira uzatıyor:
“Ver o zaman” diyor.
Sevinçten uçarak gidiyor ufaklık. Dedesinin yanına döndüğünde de bu sevinci paylaşıyor.
“Dede, herkes bir lira verirken, ben on lira verdiğimde ne kadar sevindi kadıncağız. Gözlerinden belliydi.”
“Maşallah, aferin sana. Evlâdım, yardımın güzeli, kimse görmeden yapılanı.”
İhtiyar bir ders veriyor. Hem torununa, hem de bana…
***
İftar vakti dakikaları sayan çocuklar... Allah’ı seviyorlar, İslâm’ı seviyorlar, orucu seviyorlar. Belli ki seve seve tutuyorlar. Peygamberimizi (asm) ve Kur’ân’ı seviyorlar ve oruçlarını duâlı dillerle açıyorlar.
Rabbim, bunları yaratan Sensin... Bu manzaraları gözler önüne seren Sensin. Görelim, duyalım, ibret alalım diye…
İman denilen o büyük nimet parıldadı mı bir kere insanın içinde, ışıklara da ihtiyaç yok. İmanın nuruyla her yer pür nûr oluyor.
***
Ah camiler, ah minareler, ah ezanlar... Hele de akşam ezanları… Günün bittiğini ilân ederler. Yeni bir sayfa açılır. Dünyamız, tam bu anda sofralarının başında insanları görmek isteyen melekler ve ruhanîlerle dolar.
Ne ilâhî bir manzaradır bu… Aynı anda bir buçuk milyar el suya, hurmaya uzanır Bismillah ile. Emir gelir Rabbimizden orucunuzu açabilirsiniz diye.
Dünyanın en zor işi, mecbur olmadığı halde, sadece ve sadece Allah için aç kalmak ve aç durmaktır. İnanan gönüller ne sıcak, ne de soğuk dinler... Ne kısa, ne de uzun günler dinler… Hepsi vız gelir iman erlerine, Allah’ın mü’min kullarına. Bir emirle yemeyi içmeyi keserler. Bir emirle de oruçlarını açarlar. Emir demiri keser. O emir Allah’tan olunca, kul yemeyi içmeyi birden keser.
“İşte, ilân ediyorum bütün kâinata… Ne varsa yaratılmış bütün mevcudata… Kâinattaki bütün nimetlerin hakiki sahibi Sensin. Ben de senin âciz bir kulunum Rabbim!” der.
Biz tutuyoruz gibi görünsek de orucu, Allah izin verdiği için tutuyoruz aslında. O tutturuyor bize orucu. Hangi ibadet olursa olsun, ancak Allah bize o ibadeti kolaylaştırırsa yapabiliriz. Hastaların, çocukların oruçlarındaki sır da budur işte.
Rabbim, Rabbim, Rabbim... Bu kelimeyi söyleyince her şeyi söylemiş olduğumu hissediyorum. Bin bir güzel ismini “Rabbim” demekle zikrediyorum. Bu duyguyu, bu Ramazanda da bize de yaşattığın için Sana binler şükürler ve hamdler olsun Rabbim…
El-hamdü lillahi rabbi’l âlemin. Rabbim, Rabbim, Rabbim...
Orucun bir dâvetmiş, bir şölen, bir ziyafetmiş. Bu nimetten bizi mahrum etmediğin için Rabbim, şükran hisleriyle dolu içim. Eksilmeyen duâlar dilimde ve devam ettikçe çoğalan şükürler, hamdler var.
***
“Ramazan bitti bitiyor. Oruç mevsimi gitti gidiyor.” diye söyleniyorum. “Nereye gidiyor?” diye soruyor bir çocuk. “Kendine sor.” diyorum. Duraklıyor birden. Cevabını veriyor hemen. İki eliyle kalbini bastırıp: “O gitmiyor, burada.” diyor. Susturuyor bizi bir küçük çocuğun kalbinden gelen büyük bir söz. “Hiçbir yere gitmiyor, o burada.” diyor, iki eliyle kalbini gösteren çocuk.
Ah çocuk, ah çocukluğum... Şimdi hayret sırası bende. Kalbime giriyorum, orada bir şeyler arıyorum. Kaç Ramazan, kaç oruç var orada, kaç hatıra var orada diye... Beyaz gemilere binip çocukluğumun ülkesine yelken açıyorum bu sözle…
Özellikle teravih namazlarında her dört rekâttan sonra getirilen tekbirlere ve salât-ü selâmlara çocukların büyük bir aşkla ve şevkle iştirak ettiğini görmek, hep hayrete düşürmüştür beni. Sevdirilmese Allah, sevebilir mi insan? Söyletmese Allah, söyleyebilir mi diller? Derdine yansız söyleyemeyenler.
“Allahümme salli âlâ, seyyidinâ, Muhammedinin nebiyyi ümmiyyi ve âlâ, âlihi ve sahbihi ve sellim…”
Rabbim, merhametin ne kadar geniş... Rabbim nimetlerin ne kadar çok... Ne diyebilirim, ne isteyebilirim Senden daha Rabbim bu güzel nimetlerin ebediyen devamından başka? Gölgeleri böyleyse, asılları nasıldır, kim bilir…
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme; nizi huzuruna al, bize merhamet et. Burada bite tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mûtî raiyyetini başıboş bırakıp îdam etme.” (Sözler, 47)
***
Ağaçlar kuşları, yıldızlar çiçekleri beslerken, hayaller, hatıralar hayatımızı süslerken, Rabbim ne güzel şey Seni düşünmek. Tertemiz duygular içinde sadece Seni düşünmek ve her nimeti Senden bilip şükretmek ne güzel şey…
***
Son bir öykü daha:
Bir ihtiyar bir de çocuk konuşuyorlar:
“Bak yavrum, oruç tutamıyorum bu sene. Sen tuttuğun orucunun kıymetini bil.”
“Dede, hasta olmasan tutar mıydın?”
“Hem de nasıl… Tam seksen yıl hiç kaçırmadım evlâdım, hep tuttum.”
“Şimdi de tutmak ister misin?”
“Hastayım görüyorsun. Ama bir iyi olsam… Bir gün olsun bir oruç tutabilsem… Rabbime diyeceğim ki; ömrümün bütün oruçlarının yerine, bu orucu benden kabul buyur.”
“Gerçekten mi?”
“Elbette yavrum.”
“Dedeciğim…”
“Buyur yavrum.”
“Ben Allah’a duâ edeceğim. Bugünkü orucumun sevabı senin olsun. Ben yarın yine tutarım.”
İhtiyar adamın boğazı düğümleniyor. Gözyaşı tufanına tutuluyor adeta. Sadece “Rabbim, Rabbim” diyor. “Bu sözü bu çocuk söyleyemez; söyleten Sensin. Bu çocuğun duâsını benden de kabul et Rabbim. Vermek istemeseydin, istemek duygusunu vermezdin. Ondan da, benden de kabul et yâ Rabbi. Senin rahmetin merhametin çok geniştir. Kabul et Rabbim. Kabul et ne olur.”
Rabbimize sonsuz hamd-ü senâ ile, Efendimize (asm) sonsuz salât-u selâm ile…
Selim Gündüzalp
Ne diyeyim Rabbim? Bilemiyorum. Ruhumdan coşup gelen duygularla doluyum.
... Bir bulut geçse, bir kuş kanat çırpsa, bir yaprak düşse nereye düşer, nereye gider, nereye konar diye merak ediyorum...
Her şey âşikar Allah’ım. İnanan için her şey gözler önünde. Ama yine de gözlerden gizli. Ne de olsa imtihan sırrı. Her şey göz göz olmuş, bana doğru bakarken, benim gözlerim nerede? Nereye çevrili? Işıltılı vitrinlere mi, boş şeylere mi? Gözlerimiz nereye çevrili?
Kur’ân öyle hayretengiz şeylere dikkat çekiyor ki; göklerin direksiz durduğundan haber veriyor. Kuşların gökyüzü boşluğunda ancak Allah’ın izniyle durduğunu söylüyor. Say ki say… Asıl haber bunlar.
Merakı olana yetmez mi? Gözümüzü çevirip bakmak gerekmez mi? Ülfet denilen hastalık yetti, yeter. Her şey Allah’ı anlatırken, bizim dillerimiz neler anlatıyor neler! Sorulacak bir gün dillerimize neler anlattığı, neler söylediği.
Dilimize de oruç tutturmak var bu ayda. En zor oruç da bu olsa gerek Ramazanda…
***
Gelelim gecelerine.
Geceler ki huzur dolu. Ramazanda ışıl ışıl minareler. Ruhumu ateşliyor, tutuşturuyor. Yeni gözler gerek görmek için, gönüllerimizin arındığı ve yıkandığı bu vakitlerde. Gencecik insanlar, babalar, çocuklar, anneler ve küçük kızlar el ele... Hem de neşeyle… Teravih için yollardalar. Camilerin kapılarındalar. Rabbim nasıl da sermişsin rahmetini, nasıl da kucaklamışsın rahmetinle hepsini... Görmek yetmez bunları. Durmak, düşünmek de gerek üstünde.
Hayat ki, geçip gidiyor işte. Kayan bir yıldız gibi gözler önünde. Bir buket çiçek yap, topla bunlardan. Hatıralarının en müstesna köşesinde sakla. Ya da arı gibi bal yap, peteğini doldur. Dem bu dem. Deme “daha erken”. Çek içine bu havayı vakit varken.
Ne masraflar eder, nice zahmetlere katlanıp nerelere gideriz de elimiz bomboş döneriz çok defa. Neden mi? Ruhumuz yoktur yanımızda, kalbimiz yoktur da onun için. Asıl ticaret bu: Allah’ın verdiği bu bereketli vakitleri yine Allah’ın yolunda kullanmak. Ticaretini Allah ile yapan zarar eder mi hiç?
Görmeyenlerin bile kalp gözü ile gördüğü bir dünyada, görenlerin kafa gözünü ibretle bakmak için kullanamamaları ne garip. Gözü olan değil, kalbi olan görüyor.
Meselâ bir çocuk önünüzden geçer gider. Sahi sizin çocukluğunuz değil mi o? Meselâ onun tuttuğu oruç, onun nefsiyle verdiği o eşsiz mücadele… Akşama doğru ezan sesiyle o yüzde beliren neşe... Bir şeyi başarmanın o küçük ruhta meydana getirdiği o büyük sevinç. Sizin çocukluğunuzdan da izler taşımaz mı?
Kendi başına yaşamak yok. Başkalarının da hayatı bizim. Aynalar konuluyor önümüze. Görmek zor değil. Dikkatli olmak yeterli. Şimdi mutluluğu çoğaltmak vakti. Sevinenlerin sevincini paylaşmak vakti. Seyrediyorum ibretle ve hikmetle yaşananları birer birer. Sanki kamera elde, bir film çeker gibi hem de, hassasiyetle…
İşte kaymak satan bir çocuk.
Elinde kaymak tepsisi. Geride kız kardeşi ve abisi.
“Nasıl gidiyor satışlar?” diye soruyorum.
Titrek bir ses ve utangaç bir eda ile:
“İyi abi.”
“Kazandığınızla ne yapacaksınız?” diyorum.
“Kardeşim bayramlık almak istiyor, onun için çalışıyoruz.”
Bu cevap yetiyor beni düşündürmeye… Hayat bir faaliyet. İster karıncaya bak, ister kaymakçı çocuğa. Bak da ibret al… Bu küçük ruhlar kendi içinde organize olmuş, bir güzel dayanışma dersi veriyorlar.
Bir kare daha geçiyor gözlerimin önünden. Caminin avlusunda dedesi ile küçük bir çocuk yürüyor. Yardım isteyen birine merhametli nazarla bakıyor ufaklık.
“Dede, cebimde param olsaydı hepsini verirdim bu kadına.”
Dedesi bu fırsatı kaçırmıyor. Cüzdanını çıkarıp on lira uzatıyor:
“Ver o zaman” diyor.
Sevinçten uçarak gidiyor ufaklık. Dedesinin yanına döndüğünde de bu sevinci paylaşıyor.
“Dede, herkes bir lira verirken, ben on lira verdiğimde ne kadar sevindi kadıncağız. Gözlerinden belliydi.”
“Maşallah, aferin sana. Evlâdım, yardımın güzeli, kimse görmeden yapılanı.”
İhtiyar bir ders veriyor. Hem torununa, hem de bana…
***
İftar vakti dakikaları sayan çocuklar... Allah’ı seviyorlar, İslâm’ı seviyorlar, orucu seviyorlar. Belli ki seve seve tutuyorlar. Peygamberimizi (asm) ve Kur’ân’ı seviyorlar ve oruçlarını duâlı dillerle açıyorlar.
Rabbim, bunları yaratan Sensin... Bu manzaraları gözler önüne seren Sensin. Görelim, duyalım, ibret alalım diye…
İman denilen o büyük nimet parıldadı mı bir kere insanın içinde, ışıklara da ihtiyaç yok. İmanın nuruyla her yer pür nûr oluyor.
***
Ah camiler, ah minareler, ah ezanlar... Hele de akşam ezanları… Günün bittiğini ilân ederler. Yeni bir sayfa açılır. Dünyamız, tam bu anda sofralarının başında insanları görmek isteyen melekler ve ruhanîlerle dolar.
Ne ilâhî bir manzaradır bu… Aynı anda bir buçuk milyar el suya, hurmaya uzanır Bismillah ile. Emir gelir Rabbimizden orucunuzu açabilirsiniz diye.
Dünyanın en zor işi, mecbur olmadığı halde, sadece ve sadece Allah için aç kalmak ve aç durmaktır. İnanan gönüller ne sıcak, ne de soğuk dinler... Ne kısa, ne de uzun günler dinler… Hepsi vız gelir iman erlerine, Allah’ın mü’min kullarına. Bir emirle yemeyi içmeyi keserler. Bir emirle de oruçlarını açarlar. Emir demiri keser. O emir Allah’tan olunca, kul yemeyi içmeyi birden keser.
“İşte, ilân ediyorum bütün kâinata… Ne varsa yaratılmış bütün mevcudata… Kâinattaki bütün nimetlerin hakiki sahibi Sensin. Ben de senin âciz bir kulunum Rabbim!” der.
Biz tutuyoruz gibi görünsek de orucu, Allah izin verdiği için tutuyoruz aslında. O tutturuyor bize orucu. Hangi ibadet olursa olsun, ancak Allah bize o ibadeti kolaylaştırırsa yapabiliriz. Hastaların, çocukların oruçlarındaki sır da budur işte.
Rabbim, Rabbim, Rabbim... Bu kelimeyi söyleyince her şeyi söylemiş olduğumu hissediyorum. Bin bir güzel ismini “Rabbim” demekle zikrediyorum. Bu duyguyu, bu Ramazanda da bize de yaşattığın için Sana binler şükürler ve hamdler olsun Rabbim…
El-hamdü lillahi rabbi’l âlemin. Rabbim, Rabbim, Rabbim...
Orucun bir dâvetmiş, bir şölen, bir ziyafetmiş. Bu nimetten bizi mahrum etmediğin için Rabbim, şükran hisleriyle dolu içim. Eksilmeyen duâlar dilimde ve devam ettikçe çoğalan şükürler, hamdler var.
***
“Ramazan bitti bitiyor. Oruç mevsimi gitti gidiyor.” diye söyleniyorum. “Nereye gidiyor?” diye soruyor bir çocuk. “Kendine sor.” diyorum. Duraklıyor birden. Cevabını veriyor hemen. İki eliyle kalbini bastırıp: “O gitmiyor, burada.” diyor. Susturuyor bizi bir küçük çocuğun kalbinden gelen büyük bir söz. “Hiçbir yere gitmiyor, o burada.” diyor, iki eliyle kalbini gösteren çocuk.
Ah çocuk, ah çocukluğum... Şimdi hayret sırası bende. Kalbime giriyorum, orada bir şeyler arıyorum. Kaç Ramazan, kaç oruç var orada, kaç hatıra var orada diye... Beyaz gemilere binip çocukluğumun ülkesine yelken açıyorum bu sözle…
Özellikle teravih namazlarında her dört rekâttan sonra getirilen tekbirlere ve salât-ü selâmlara çocukların büyük bir aşkla ve şevkle iştirak ettiğini görmek, hep hayrete düşürmüştür beni. Sevdirilmese Allah, sevebilir mi insan? Söyletmese Allah, söyleyebilir mi diller? Derdine yansız söyleyemeyenler.
“Allahümme salli âlâ, seyyidinâ, Muhammedinin nebiyyi ümmiyyi ve âlâ, âlihi ve sahbihi ve sellim…”
Rabbim, merhametin ne kadar geniş... Rabbim nimetlerin ne kadar çok... Ne diyebilirim, ne isteyebilirim Senden daha Rabbim bu güzel nimetlerin ebediyen devamından başka? Gölgeleri böyleyse, asılları nasıldır, kim bilir…
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme; nizi huzuruna al, bize merhamet et. Burada bite tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mûtî raiyyetini başıboş bırakıp îdam etme.” (Sözler, 47)
***
Ağaçlar kuşları, yıldızlar çiçekleri beslerken, hayaller, hatıralar hayatımızı süslerken, Rabbim ne güzel şey Seni düşünmek. Tertemiz duygular içinde sadece Seni düşünmek ve her nimeti Senden bilip şükretmek ne güzel şey…
***
Son bir öykü daha:
Bir ihtiyar bir de çocuk konuşuyorlar:
“Bak yavrum, oruç tutamıyorum bu sene. Sen tuttuğun orucunun kıymetini bil.”
“Dede, hasta olmasan tutar mıydın?”
“Hem de nasıl… Tam seksen yıl hiç kaçırmadım evlâdım, hep tuttum.”
“Şimdi de tutmak ister misin?”
“Hastayım görüyorsun. Ama bir iyi olsam… Bir gün olsun bir oruç tutabilsem… Rabbime diyeceğim ki; ömrümün bütün oruçlarının yerine, bu orucu benden kabul buyur.”
“Gerçekten mi?”
“Elbette yavrum.”
“Dedeciğim…”
“Buyur yavrum.”
“Ben Allah’a duâ edeceğim. Bugünkü orucumun sevabı senin olsun. Ben yarın yine tutarım.”
İhtiyar adamın boğazı düğümleniyor. Gözyaşı tufanına tutuluyor adeta. Sadece “Rabbim, Rabbim” diyor. “Bu sözü bu çocuk söyleyemez; söyleten Sensin. Bu çocuğun duâsını benden de kabul et Rabbim. Vermek istemeseydin, istemek duygusunu vermezdin. Ondan da, benden de kabul et yâ Rabbi. Senin rahmetin merhametin çok geniştir. Kabul et Rabbim. Kabul et ne olur.”
Rabbimize sonsuz hamd-ü senâ ile, Efendimize (asm) sonsuz salât-u selâm ile…
Selim Gündüzalp