Son Bediüzzaman yazım dolayısıyla yapılan tartışmalar, Bediüzzaman'ın anlaşılmadığı görüşümü doğrulamış oldu.
Müslümanların en
temel meselesi, "dil" meselesidir; yani İslâm'ı anlayarak ve
hayatımıza aktararak Müslümanca varoluş, yaşayış, duyuş, söyleyiş ve düşünüş
biçimleri vücûda getirebilme meselesi. Bu ise, bir plastisite ("yoğurulma"), bir usûl
meselesidir.
Dil meselesini de, Bediüzzaman'ı da anlayabilmenin yolu, İslâm'ın sunduğu, çağımızda Bediüzzaman'ın yeniden hayat ve hayatiyet kazandırdığı iki dile de vakıf ve hâkim olabilmekten geçiyor.
İki dil'e vakıf olmanın yolu ise, İslâm'a ve Bediüzzaman'a
kapanmak; İslâm'ı, Bediüzzaman'ı ve kendimizi tüm dünyaya kapatmak yerine;
-tıpkı Bediüzzaman'ın dört çağın adamı olarak yaptığı gibi- bütün zamanları
seferber edebilecek, bütün zamanları kendi çocuğumuz kılabilecek, bütün
zamanların çocuğu olmamızı sağlayabilecek emîn bir düzlüğe ve yolculuğa
çıkmaktan geçiyor. Eğer bu iki dil'den
mahrumsak ve bütün çağları seferber edebilecek emîn bir yolculuğa
çıkamamışsak, İslâm'ı, dolayısıyla Bediüzzaman'ı anlamaktan ve tüm dünyaya
tam olarak anlatmaktan / aktarmaktan mahrum olacağımızı bilemiyoruz bile. O
yüzden, üstümüze bombalar yağdırıyorlar ve biz hiçbir bir şey yapamıyoruz.
Kur'ân'ı, yalnızca
Kur'ân'ı okuyarak anlayabilir miyiz? Hayır. Anladığımızı zannederiz sadece. Kur'ân'ı tam olarak
anlayabilmemiz için, "yaşayan Kur'ân"ın (Hz. Peygamber'in)
tavassutuna ihtiyacımız vardır.
Hz. Peygamber'in
tavassut etmediği bir Kur'ân okuması -iki dil'in asıl kaynağı ve yansıması olan- İslâm'ın hayat
bulduğu (=kavram / zihin dünyamızın teşekkül ettiği birinci dil'in vasatı olan
Mekke dönemi'nin) ve İslâm'ın hayat olduğu (=hayat-dünyamızın teşekkül ettiği
ikinci dil'in vasatı olan Medine döneminin, yani) çift yönlü işleyen ve kurulan
bir vasatın ürünü olan bir okuma olmayacaktır.
Bizim şu ân içinde "sürüklendiğimiz" mevcut seküler
vasatımızın ürünü olan ve iki dil'den de yoksun olarak yaptığımız
"boş" ve "dilsiz" bir Kur'ân okuması olacaktır: Kur'ân'ın,
bize bir şey söylemediği; aksine seküler
idrak biçimlerimizi Kur'ân'a giydirerek Kur'ân'a, -Kur'ân'la ilgisi
olmayan- şeyler söylettiğimiz; dolayısıyla İslâm'a
teslim olduğumuz değil, İslâm'ı teslim aldığımız çarpık bir okuma biçimi.
Burada bugüne kadar farkına varamadığımız yakıcı bir soruna
dikkat çekiyorum: Dil sorununa.
Bediüzzaman'ın anladığı ve gerçekleştirdiği anlamda bir dil sorunu bu: İki
dil'i aynı anda seferber edemediğimiz sürece, Kur'ân bize kendini ifşâ
etmeyecektir. Neden? Plastisitemizi (anlama ve aktarma kabiliyetlerimizi ve
usûllerimizi) yitirdiğimiz için.
Plastisite, ancak bir vasatta varkılınabilir. Eğer vasat
yoksa, plastisite geliştirilemez. Dahası, bir vasat oluşturmak, her şeyden
önce, bir plasitisite işidir.
"Plastik", dolayısıyla "çaplı" eser ve
değer üreten büyük insanlar, ancak o eseri ve değeri üretmeyi mümkün kılacak
vasatlar var olduğu için üretebilirler onları. Bir Sinan'ı, bir Descartes'ı,
bir Itrî'yi, bir Kant'ı, bir Hafız'ı, bir Mozart'ı, Mahler'i, Gazali'yi,
Joyce'u, Razi'yi düşünün. Ve şu soruyu sorun: Bugün bir Sinan yoksa, bir Itrî
yoksa, bir Hafız yoksa; neden yoktur? Bunun nedeni, bir Sinan, bir Itrî, bir
Hafız çıkarmamızı mümkün kılacak vasatın (iki dil'in) olmamasıdır.
Vasatın, büyük bir
eser ve sanatçı / düşünür vücûda getirebilmesi, “çağımızda yalnızca
Bediüzzaman'ın” geliştirdiğini söylediğim iki dil'in mevcut kılınmasıyla
mümkündür. Bütün büyük sanat atılımları, büyük fikir atılımları, büyük medeniyet
atılımları, onları varkılan vasat (iki dil) varolduğu için hayat bulur ve
vasatın sahiciliğiyle orantılı olarak hayat olur.
İşte Hz. Peygamber, bize Kur'ân'la vaz' edilen İslâm'ın
ruhunu, Mekke döneminde hayat buldurtan, Medine döneminde ise hayat oldurtan
bir vasat kuran bir "vasıta", bir elçi, bir haberci; dolayısıyla bir
plastisite / usûl mimarıdır.