Kader
Birader, Asıl Vazifen, Talim Ve Muharebedir. Sen, Onun İçin Buraya Getirilmişsin.
İkinci
adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir.
Bütün o bahçede, o sarayda olan
işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemal-i
suhuletle işlediğini itikad eder.
Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir.
İşte
ﻣَﻦْ
ﺍٰﻣَﻦَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺍَﻣِﻦَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜَﺪَﺭِ
sırrını
anla.
Sözler – 471
Kadere iman, imanın
erkânındandır. Yani: "Herşey, Cenab-ı Hakk'ın takdiriyledir."
Sözler – 468
Her şey kader ile takdir
edilmiştir.
Mesnevi-i Nuriye – 129
(Kainatta herşeyin, her işin kader ile takdir edildiğini bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemal-i suhuletle işlediğini gören insan, başıboş olmadığını ve bu âlemde bir vazifesi olduğunu idrak ediyor.)
Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır.
Hem bir
emir ile hareket ederler gibi görünüyor.
Öyle
ise, bu işlerde bir tılsım vardır.
Evet
bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler.
Öyle
ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir
maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor.
Sözler – 36
Eğer şu âlemin nizamlarını
bilmezsek, padişahını tanımazsak; cezaya müstehak oluruz. Özrümüz
kalmadı. Zira onbeş gün (güya bize mühlet verilmiş gibi) bize ilişmiyorlar.
Elbette biz başıboş değiliz.
Bu derece nazik san'atlı,
mizanlı, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız, bize
bozdurmazlar.
Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da
dehşetlidir.
O zât ne kadar kudretli, haşmetli bir zât olduğunu
şununla anlayınız ki:
Şu koca âlemi, bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap
gibi çeviriyor.
Şu büyük memleketi; bir hane gibi, hiçbirşey noksan
bırakmayarak idare ediyor.
Sözler – 287
Bu derece nazik san'atlı,
mizanlı, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız, bize
bozdurmazlar.
Sözler – 287
"Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı
düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan."
Lemalar – 206
(Sekizinci Söz'de ahlâksız ve serseri olan kardeş;)
İşte şu
adam, sû'-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir.
Bu
işler tesadüfî olamaz.
Bu acib
işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal
etmedi.
Sözler – 35
(Sekizinci Söz'de güzel huylu kardeş;)
Bu acib
işler, birbiriyle alâkadardır.
Hem bir
emir ile hareket ederler gibi görünüyor.
Öyle
ise, bu işlerde bir tılsım vardır.
Evet
bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler.
Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe
ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor.
Sözler – 36
Eğer denilse:
Yalnız ilim kâfi
değildir, irade dahi lâzımdır. İrade olmazsa, ilim kâfi gelmez?
Elcevab:
Bütün
mevcudat nasılki bir ilm-i muhite delalet ve şehadet eder. Öyle de: O ilm-i
muhit sahibinin irade-i külliyesine dahi delalet eder.
Şöyle ki: Herbir
şey'e, hususan herbir zîhayata pek çok müşevveş
ihtimalat içinde,
muayyen
bir ihtimal ile ve pek çok akîm yollar içinde
neticeli
bir yol ile ve pek çok imkânat içinde mütereddid iken gayet muntazam bir
teşahhus verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor.
Çünki herşey'in
vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde ve semeresiz akîm
yollarda ve karışık ve yeknesak sel gibi mizansız akan camid unsurlardan gayet
hassas bir ölçü ile, nazik bir tartı ile ve gayet ince bir intizam ile, nâzenin
bir nizam ile verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus; bizzarure ve bilbedahe
belki bilmüşahede, bir irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir.
Çünki hadsiz vaziyetler
içinde bir vaziyeti intihab etmek; bir tahsis, bir tercih, bir kasd ve bir
irade ile olur ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı
iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir.
Meselâ: İnsan gibi
yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre
sudan.. ve yüzer muhtelif a'zâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan.. ve
yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları; kudret
ve ilme şehadet ettikleri gibi;
gayet kat'î ve
zarurî bir tarzda onların Sâni'inde bir irade-i
külliyeye delalet ederler ki, o irade ile, o şey'in herşey'ini tahsis
eder ve o irade ile her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil
verir, bir vaziyet giydirir.
Elhasıl:
Nasılki eşyada,
meselâ hayvanattaki ehemmiyetli a'zânın, esasat ve netaic itibariyle
birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve bir tek sikke-i vahdet izhar
etmeleri, nasıl kat'î olarak delalet ediyor ki; umum hayvanatın Sâni'i birdir,
Vâhid'dir, Ehad'dir.
Öyle de: O
hayvanatın ayrı ayrı teşahhusları ve sîmalarındaki başka başka hikmetli taayyün
ve temeyyüzleri delalet eder ki; onların Sâni'-i
Vâhid'i, fâil-i muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz;
kasd ve irade ile işler.
Mektubat – 243
Yani,
herşey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz.
Her ne
isterse yapar.
İstemezse,
hiçbir şey olmaz.
Bir hüccet şudur:
Görüyoruz ki, bu masnuatın herbiri muayyen zâtı, mahsus sıfatı, ayrı hususî
mahiyeti, mümtaz farikalı sureti, hadsiz imkânat ve başka tarzlarda olabilir,
teşvişçi ihtimalat içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi akan ve
karıştıran ve birbirine zıd unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv ve iltibasa
sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karmakarışık hallere
karşı, o herbir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam
altına almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve mizanla her uzvunu ve
cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sîma, bir teşahhus vermek
ve birbirine muhalif a'zâlarını basit, camid, ölü bir maddeden zîhayat olarak
gayet san'atlı yaratmak..
meselâ insanı
ayrı ayrı yüz cihazatı ile bir katre sudan icad etmek ve kuşu pekçok âlât ve
muhtelif cihazlarıyla bir basit yumurtadan inşa edip mu'cizatlı suret giydirmek
ve ağacı dal, budak ve mütenevvi a'zâ ve eczasıyla basit, camid "karbon,
azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuza"dan terekküb eden bir küçük
çekirdekten çıkarmak, muntazam, meyveli bir şekil giydirmek, elbette ve elbette
bedahetle, şübhesiz kat'iyyetle vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde isbat
eder ki; o herbir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i Mutlak'ın irade ve meşietiyle ve ihtiyar ve
kasdıyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor.
Ve
herşeye şâmil bir iradenin taht-ı hükmündedir.
Ve bu
tek masnuun bu şübhesiz tarzda irade-i İlahiyeye delaleti gösteriyor ki, bütün
masnuat hadsiz, nihayetsiz ve güneş ve gündüz gibi zahir bir kat'iyyette, her
şeye şâmil irade-i İlahiyeye, adedlerince şehadetler ve bir Kadîr-i Mürîd'in
vücub-u vücuduna hadsiz hüccetlerdir.
Hem
ilm-i İlahînin sâbıkan mezkûr bütün delilleri, aynen iradenin dahi
delilleridir. Çünki, ikisi
kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz olmaz. Herbir nev'in ve cinsin
efradı, a'zâ-i nev'iye ve cinsiyede tevafukları nasıl delalet eder ki Sâni'leri
birdir, vâhiddir, ehaddir..
öyle de:
Yüzlerinin sîmaları hikmetli bir tarzda birbirinden farikalı ve ayrı olması
kat'î delalet eder ki: O Sâni'-i Vâhid-i Ehad, bir fâil-i
muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşiet ve kasd ile herşeyi yaratır.
Şualar – 653
Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır.
Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor.
Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır.
Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler.
Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe
ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor.
Sözler – 36
Herbir şey'e, hususan herbir zîhayata
pek çok
müşevveş ihtimalat içinde, muayyen bir ihtimal ile ve pek çok akîm yollar
içinde neticeli bir yol ile ve pek çok imkânat içinde mütereddid iken gayet
muntazam bir teşahhus verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi
gösteriyor.
Mektubat – 243
Delil-i İmkânî:
Bu âyetin, Sâni'in
vücuduna işaret eden delillerinden birisi de "delil-i imkânî"dir ki,
ﻭَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﺍﻟْﻐَﻨِﻰُّ ﻭَ ﺍَﻧْﺘُﻢُ ﺍﻟْﻔُﻘَﺮَٓﺍﺀُ
âyetiyle işaret
edilmiştir. Bu delilin hülâsası:
Kâinatın ihtiva
ettiği zerrelerden herbirisinin gerek zâtında, gerek sıfâtında, gerek ahvalinde
ve gerek vücudunda gayr-ı mütenahî imkânlar, ihtimaller, müşkilâtlar, yollar,
kanunlar varken; birdenbire o zerre, gayr-ı mütenahî yollardan muayyen bir yola
sülûk eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden, bir vaziyete girer. Ve gayr-ı ma'dud
sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir
maksada harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet
ve bir maslahatı derhal intac eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi,
ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir.
Acaba o
kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle,
Sâni'in kasd ve hikmetine delalet etmez mi?
İşte
herbir zerre, -müstakillen- kendi başıyla Sâni'in vücuduna delalet ettiği gibi,
küçük-büyük
herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz' olursa, girdiği ve
cüz' olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni'ine olan delaletini
muhafaza eder.
İşarat-ül İ'caz – 92
Herbir
şey vücudunda, sıfâtında,
müddet-i bekasında hadsiz imkânat, yani gayet çok
yollar ve cihetler içinde mütereddid iken, görüyoruz ki;
o hadsiz cihetler
içinde vücudça muntazam bir yolu takib ediyor.
Herbir sıfatı da
mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekasında bütün değiştirdiği sıfat ve
haller dahi, böyle bir tahsis ile veriliyor.
Demek
bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin
icadıyladır ki; hadsiz yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevkeder, muntazam
sıfâtı ve ahvali ona giydiriyor.
Sonra infiraddan
çıkarıp, bir terkibli cisme cüz' yapar, imkânat
ziyadeleşir. Çünki o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki
neticesiz o vaziyetler içinde neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki;
mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor.
Sonra o cisim
dahi diğer bir cisme cüz' yaptırılıyor. İmkânat daha
ziyadeleşir. Çünki binlerle tarzda bulunabilir. İşte o binler tarz
içinde, bir tek vaziyet veriliyor. O vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor
ve hâkeza... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i
Müdebbir'in vücub-u vücudunu gösteriyor.
Bir
Âmir-i Alîm'in emriyle sevk edildiğini bildiriyor.
Cisim içinde cisim,
birbiri içinde cüz' olup giden bütün bu terkiblerde; nasıl bir nefer,
takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o
heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti,
intizamlı birer hizmeti bulunuyor.
Hem nasılki senin
gözbebeğinden bir hüceyre; gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin başın
heyet-i umumiyesi nisbetine dahi, hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır.
Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve
hareket a'sablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi,
hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde,
bir Sâni'-i Hakîm'in hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.
Öyle de: Bu
kâinattaki mevcudat, herbiri kendi zâtı ile, sıfâtı ile çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve
faideli sıfatları, nasıl bir Vâcibü'l-Vücud'a şehadet ederler.
Öyle de: Mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka
bir lisanla yine Sâni'ini ilân eder.
Gitgide,
tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti, vazifesi, hizmeti itibariyle Sâni'-i
Hakîm'in vücub-u vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder.
Çünki
bir şeyi, bütün mürekkebata hikmetli münasebetleri muhafaza suretinde
yerleştiren, bütün o mürekkebatın Hâlıkı olabilir.
Demek bir tek
şey, binler lisanlarla ona şehadet eder hükmündedir.
İşte kâinatın
mevcudatı kadar değil, belki mevcudatın sıfât ve
mürekkebatı adedince imkânat noktasından da Vâcibü'l-Vücud'un vücuduna
karşı şehadetler geliyor.
İşte ey gafil!
Kâinatı dolduran bu şehadetleri, bu sadâları işitmemek.. ne derece sağır ve
akılsız olmak lâzım geliyor? Haydi sen söyle...
Sözler – 685
Amma "imkân" ciheti ise; o da kâinatı istila ve ihata etmiş.
Çünki görüyoruz ki; herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük
olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zât ve
muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli
keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor.
Halbuki o mahsus
zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek..
hem suretler
adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasib o muayyen sureti giydirmek..
hem hemcinsinden
olan eşhasın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek..
hem sıfatların
nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve
mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık,
maslahatlı sıfatları yerleştirmek..
hem hadsiz yollar
ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat
içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o
hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek;
elbette
küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve
hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici,
tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücud'un vücub-u vücuduna
ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n ondan
gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük
bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir
çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delaletler ve
şehadetler, imkân hakikatından çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını
teşkil ederler.
Şualar – 141
Bu derece nazik san'atlı,
mizanlı, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız, bize
bozdurmazlar.
Sözler – 287
Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahibsiz bir hayvan değildir.
Ancak onun da
bütün harekât ve ef'ali yazılıyor, tesbit ediliyor ve a'malinin neticeleri
hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın.
Mesnevi-i Nuriye –
44
"Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı
düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan."
Lemalar – 206
(Kainatta
herşeyin, her işin kader ile takdir edildiğini bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemal-i
suhuletle işlediğini gören
insan, başıboş olmadığını ve bu âlemde bir vazifesi olduğunu idrak ediyor.)
Beşinci Söz
ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻣَﻊَ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍﺗَّﻘَﻮْﺍ
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻫُﻢْ ﻣُﺤْﺴِﻨُﻮﻥَ
şu temsilî
hikâyeciğe bak, dinle:
Seferberlikte bir
taburda biri muallem, vazifeperver; diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber
bulunuyordu. Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi.
Çünki
anlamış ki; onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ
indelhace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir.
Ve onun
asıl vazifesi, talim ve cihaddır.
Fakat bazı erzak ve
cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona
sorulsa: Ne yapıyorsun?
-Devletin
angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum.
Diğer şikemperver ve
acemî nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. "O, devlet işidir. Bana
ne?" derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder,
çarşıya gider, alışveriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
-Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir.
Sen,
onun için buraya getirilmişsin.
Padişaha itimad et. O, seni aç bırakmaz. O,
onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini
beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der,
ceza verirler.
Evet iki vazife,
peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını
çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat
ile yardım eder ki, talim ve harbdir.
Acaba o serseri
nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse, ne kadar tehlikede kalır anlarsın!
İşte ey tenbel
nefsim! O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara
taksim edilen ordu ise, cem'iyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın
cemaat-i İslâmiyesidir.
O iki
nefer ise, biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebairi terk ve
günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki müslümandır.
Diğeri:
Rezzak-ı Hakikî'yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk
ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir.
Ve o
talim ve talimat ise, (başta namaz) ibadettir.
Ve o harb ise;
nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve
ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır.
Ve o iki vazife
ise; birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri; hayatı
verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, ona tevekkül edip emniyet
etmektir.
Evet en parlak bir
mu'cize-i san'at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı
kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan
başka olmaz... Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir
(Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer
(Çocuklar ve yavrular gibi).
Evet vasıta-i rızk-ı
helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve zaaf ile olduğunu
anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile
hayvanları muvazene etmek kâfidir.
Demek derd-i
maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp,
çarşıda dilencilik eder.
Fakat namazını
kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim'in matbaha-i rahmetinden tayinatını
aramak, başkalara bâr olmamak için bizzât gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi
bir ibadettir.
Hem insan ibadet
için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı
dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna
yetişmez.
Fakat hayat-ı
maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru' ve ibadet
cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.
Demek ey nefsim!
Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir
serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.
Eğer hayat-ı
uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve
ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu
dünyada Cenab-ı Hakk'ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir
misafiri olursun.
İşte
sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfikı
Erhamürrâhimîn'den iste...
Sözler – 22
Çünki
anlamış ki; onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ
indelhace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir.
Sözler – 22
(Nizam-ı kanunla olan bu cereyanı görüyoruz;)
Mesnevi-i Nuriye -
224
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Gafil olan insan,
kendi vazifesini terkeder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur.
Evet insan,
gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle,
zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir.
Ve aynı zamanda
bütün istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hain adamların partisine dâhil olur.
Evet insan bir
askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik
vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını
vermektir. Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini
terk edip ticaretle -meselâ- iştigal eden bir asker, şakî ve hain olur. Bu
itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır.
Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.
Amma
gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek
Allah'ın vazifesidir.
Evet
madem hayatı veren odur.
O
hayatı koruyacak levazımatı da o verecektir.
Yalnız, hükûmetin
asker için ofislerde cem'ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği,
öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan
levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem'ettikten sonra, o erzakın
toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir
eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.
Ey
insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir
vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta
kaldıkça o rızkı verecektir.
Baksana!
Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve
kimler için yaratıyor? Senin
ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda
sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf
versin!
Hülâsa:
Allah'ı
ittiham etmekle işini terk edip Allah'ın işine karışma ki nankör âsiler
defterine kaydolmayasın.
Mesnevi-i Nuriye -
224
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır?
Acaba sırf dünya
için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!
Sen istidad
cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin
levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini
biliyorsun.
Bundan
neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki
hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa'y etmektir.
Bununla beraber
meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette
karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir.
En
elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit
geçiriyorsun.
Sözler - 271