Herşeyde Rahmet-i İlahiyenin İzini, Özünü, Yüzünü Görüp, Her Şeyde Kemal-i Hikmetini, Cemal-i Adaletini Müşahede (1)
Sözler - 464
Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur:
Birisi âmiyane tevhiddir ki:
"Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun
mülküdür." der. Bu kısım tevhid sahiblerinin fikirce gaflet ve dalalete
düşmeleri korkusu vardır.
İkincisi hakikî tevhiddir ki:
"Allah
birdir, mülk Onundur, vücud Onundur, her şey Onundur." der; lâyetezelzel
bir itikada sahibdirler.
Bu kısım tevhid sahibleri, her
şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan
mührünü, damgasını okur.
Ve bu sayede huzurî bir tevhid
melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.
Mesnevi-i Nuriye - 11
herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her
şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede
Kastamonu – 123
(Bu tefekkürü meleke hâline
getirmeliyiz.)
her şeyin üstünde Cenab-ı
Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasını
okur. Mesnevi-i Nuriye - 11
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟﻠّٰﻪُ ﻧُﻮﺭُ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ
ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺍﻟﺦ
âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından bir nurunu,
Ramazan-ı Şerif'te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm. Şöyle
ki:
Veysel Karanî'nin:
ﺍِﻟٰﻬِٓﻰ ﺍَﻧْﺖَ ﺭَﺑِّﻰ ﻭَ ﺍَﻧَﺎ ﺍﻟْﻌَﺒْﺪُ
٭ ﻭَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺨَﺎﻟِﻖُ ﻭَ ﺍَﻧَﺎ ﺍﻟْﻤَﺨْﻠُﻮﻕُ ٭ ﻭَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟﺮَّﺯَّﺍﻕُ ﻭَ ﺍَﻧَﺎ ﺍﻟْﻤَﺮْﺯُﻭﻕُ
٭ ﺍﻟﺦ
münacat-ı meşhuresi nev'inden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenab-ı Hakk'a karşı aynı münacatı
ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana
kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:
Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu
âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem
içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça, diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise,
âyet-i Nur'un arkasındaki
ﺍَﻭْ ﻛَﻈُﻠُﻤَﺎﺕٍ ﻓِﻰ ﺑَﺤْﺮٍ ﻟُﺠِّﻰٍّ ﻳَﻐْﺸٰﻴﻪُ
ﻣَﻮْﺝٌ ﻣِﻦْ ﻓَﻮْﻗِﻪِ ﻣَﻮْﺝٌ ﻣِﻦْ ﻓَﻮْﻗِﻪِ ﺳَﺤَﺎﺏٌ ﻇُﻠُﻤَﺎﺕٌ ﺑَﻌْﻀُﻬَﺎ ﻓَﻮْﻕَ ﺑَﻌْﺾٍ
ﺍِﺫَٓﺍ ﺍَﺧْﺮَﺝَ ﻳَﺪَﻩُ ﻟَﻢْ ﻳَﻜَﺪْ ﻳَﺮٰﻳﻬَﺎ ﻭَﻣَﻦْ ﻟَﻢْ ﻳَﺠْﻌَﻞِ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻟَﻪُ ﻧُﻮﺭًﺍ
ﻓَﻤَﺎ ﻟَﻪُ ﻣِﻦْ ﻧُﻮﺭٍ
âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir
dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden bir
ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu.
Hangi perde akla karşı
açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem
görünürken, güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir
eder ve hâkeza... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:
Rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz
ihtiyacat, şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok
karanlıklı ve hazîn gösterdi. Birden Rahman ismi,
Rezzak burcunda yani manasında bir şems-i tâbân gibi tulû' etti; o âlemi baştan
başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.
Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların zaaf
ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir
karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden Rahîm
ismi şefkat burcunda tulû' etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi
ışıklandırdı ki; şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarımı, ferah ve
sürur ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı, âlem-i
insanî bana göründü. O âlemi o kadar zulümatlı, o kadar karanlıklı, dehşetli
gördüm ki; dehşetimden feryad ettim, "Eyvah!" dedim. Çünki gördüm ki:
İnsanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden
tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gayet
ciddî isteyen himmetleri ve istidadları ve hadsiz makasıda ve metalibe
müteveccih fakr u ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber, hücuma maruz
kaldıkları hadsiz musibet ve a'dalarıyla beraber; gayet kısa bir ömür, gayet
dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en
müdhiş hâlât olan mütemadî zeval ve firak belası içinde, -ehl-i gaflet için-
zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer
birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.
İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve
ruh ve aklım ile bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad
ile ağlamaya hazır iken; birden Cenab-ı Hakk'ın Âdil
ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda
(yani manasında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab
ismi Mâlik burcunda tulû' ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir
ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o
karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.
Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 256
Hangi perde akla karşı
açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem
görünürken, güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir
eder
Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 256
Madem, perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var.
Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuunat, birbirine bakar. Ve temessülât,
birbiri içine girer. Ve unvanlar, birbirini ihsas eder. Ve zuhurat, birbirine
benzer. Ve tasarrufat, birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin
mütenevvi terbiyeleri, birbirine imdad edip muavenet eder.
Elbette gerektir ki, Cenab-ı
Hakk'ı bir isimle, bir unvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka
unvanları, rububiyetleri, şe'nleri, içinde inkâr etmesin.
Belki, herbir ismin
cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder.
Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin
eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.
Belki lâzım gelir ki, onun
nazarı, daima karşısında ﻫُﻮَ ﻫُﻮَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ okusun,
görsün.
Onun kulağı herşeyden ﻗُﻞْ ﻫُﻮَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﺍَﺣَﺪٌ dinlesin, işitsin.
Onun lisanı ﻟﺎَٓ ﺍِﻟٰﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮ ﺑَﺮَﺍﺑَﺮْ ﻣِﻴﺰَﻧَﺪْ ﻋَﺎﻟَﻢْ desin,
ilân etsin.
Sözler – 333
(Hâdisatta,
Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Rahîm, Hakîm, Adl isimlerini görmezse;)
Elbette gerektir ki, Cenab-ı
Hakk'ı bir isimle, bir unvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka
unvanları, rububiyetleri, şe'nleri, içinde inkâr etmesin.
Belki, herbir ismin
cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder.
Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin
eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.
Sözler – 333
herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her
şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede
Kastamonu – 123
her şeyin üstünde Cenab-ı
Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasını
okur.
Mesnevi-i Nuriye - 11
ﺍَﺣْﺴَﻦَ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺧَﻠَﻘَﻪُ
âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin
görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır.
Evet kâinattaki herşey, her
hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir.
Veya neticeleri cihetiyle
güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım hâdiseler var ki,
zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak
güzellikler ve intizamlar var.
Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi
altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve
güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı
celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve
tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin
hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında
nâzenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi
hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı
vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî
çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar
ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zahirperest,
hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder.
Hodgâmlık cihetiyle yalnız
kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder.
Halbuki eşyanın insana aid
gayesi bir ise, Sâni'inin esmasına aid binlerdir.
Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan
dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların
ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere
tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit
ile inkişaf eder. Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler.
Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker
gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Sözler – 231
Fakat insan, hem zahirperest,
hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder.
Hodgâmlık cihetiyle yalnız
kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder.
Halbuki eşyanın insana aid
gayesi bir ise, Sâni'inin esmasına aid binlerdir.
Sözler – 232
Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve
acımak duygusundan zîhayat ve hususan onlardan zîşuur ve bilhâssa insanlar ve
bilhâssa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime
ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu.
Kalben diyordum: "Bu âciz ve zaîf bîçarelerin
dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi; istila
edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan
hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?" diye ruhum çok derin feryad ediyordu.
Hem "O çok güzel memluklerin ve çok kıymetdar
malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara
sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahibleri, bir hakikî
dostları yok mu?" diye kalbim bütün kuvvetiyle
bağırıyordu.
İşte ruhumun feryadına ve
kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise:
Sırr-ı tevhid ile Rahman ve
Rahîm olan Zât-ı Zülcelal'in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı
altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memluklerine kanunların fevkinde olarak,
ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya herşeye karşı
rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herşeyin
derdini bizzât dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu
sırr-ı Kur'an ve nur-u iman ile bildim.
O hadsiz me'yusiyet yerinde
nihayetsiz bir mesruriyet hissettim.
Şualar – 10
[Bu makama ait gayet mühim iki
şıklı bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevabdır.]
Sualin Birinci Şıkkı:
Bu makamda diyorsun ki: Kâinatı
hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki gözümüz önünde bu
kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere
ne diyeceksin?
Elcevab:
Çok güzellikleri intac veya
izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir.
Ve çok güzelliklerin
görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliğin yok olması,
görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir.
Meselâ; vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün
hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü
ile mertebeleri inkişaf eder. Nasılki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri
ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder.
Aynen öyle de: Cüz'î şer ve
zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî
menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.
Demek çirkinin icadı çirkin
değil, güzeldir.
Çünki, neticelerin çoğu
güzeldir.
Evet yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura
rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden ıskat etmez; rahmeti
zahmete çeviremez.
Amma fena ve zeval ve mevt
ise, Yirmidördüncü Mektub'da gayet kuvvetli ve kat'î
bürhanlar ile isbat edilmiş ki: Onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü
hayra münafî değiller, belki muktezalarıdırlar.
Hattâ şeytanın dahi, manevî
terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb
olduğundan, o nev'in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir.
Hem hattâ kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir
tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir.
Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil
edildiğinden burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Şualar – 30
ŞEFKAT YÜZÜNDEN, ESASAT-I İSLÂMİYENİN HARİCİNDEKİ BİD'AT VE DALALET YOLLARINA SAPANLARI ÇEVİREN BİR HAKİKATTIR
Şefkat-i
insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin
derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i
şefkatinden taşmamak gerektir.
Eğer aşsa ve taşsa o şefkat,
elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir
maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ:
Kâfir ve münafıkların
Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine
sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı
azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir
merhametsizliktir.
Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara
himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir
vicdansızlıktır.
Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve
yüzer ehl-i imanın sû'-i âkıbetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan
kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik
ve şenî' bir gadirdir.
Risale-i Nur'da kat'iyyetle isbat edilmiş ki; küfür ve
dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin
ref'ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar,
cânilerden şekva ederler ki; "İstirahatımızın selbine sebeb oldular"
diye rivayet-i sahiha vardır.
O halde kâfirin azab çekmesine acıyıp şefkat eden
adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz
merhametsizlik ediyor demektir.
Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman
masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor.
Fakat cânilerin cezalarından
zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.
Bir zaman, eski Harb-i Umumî'de, düşmanların ehl-i İslâma
ve bilhâssa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok
müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm
haricinde azab çekerdim.
Birden kalbime geldi ki: O maktûl masumlar şehid olup
veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi' olan
malları sadaka hükmünde olup, bâki bir mal ile mübadele olur. Hattâ o mazlumlar
kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara
mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir
tezahür-ü rahmet görüp, "Yâ Rabbi! Şükür Elhamdülillah" diyeceklerini
bildim ve kat'î bir surette kanaat getirdim.
Ve ifrat-ı şefkatten gelen
şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.
Kastamonu – 75
(Gayet ehemmiyetlidir)
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ
ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla
beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen
felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu.
Birden ihtar edildi ki: Böyle
musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o
musibet ona nisbeten çok ucuz düşer.
Böyle musibet-i semaviye,
masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden
hiçbir haberim yokken Avrupa'da Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur
ettim.
O manevî ihtarın beyan ettiği
taksimat, bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının
cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer
onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir.
Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o
musibeti hiçe indirir.
Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise,
mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem
fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi
gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek,
İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve
Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler,
onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve
musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri
altında musibet çekiyorlar.
Elbette o musibet, onlar
hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve
küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır
diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e hadsiz şükrettim.
Ve o elîm elem-i şefkatten
teselli buldum.
Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin
perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş
veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i
Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına
koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı
semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o
fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.
Kastamonu – 111
Sualin ikinci şıkkı:
{(Haşiye): Bu ikinci şıkkın
cevabı çok mühimdir, çok evhamı izale eder.}
Haydi şeytana ve kâfire ait bu
cevabı umumî noktasında kabul edelim.
Fakat Cemil-i Mutlak ve
Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Alelıtlak, nasıl oluyor ki,
bîçare cüz'î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe mübtela ediyor?
Elcevab:
Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan
doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak'ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı
hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin
âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî
kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar
cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan
o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz'î neticeleri dahi
halkeder.
Fakat o cüz'î ve elîm
neticelere karşı, imdadat-ı hâssa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye
ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın
istigaselerine yetişir.
Ve fâil-i muhtar olduğunu ve
her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları
dahi, daima irade ve ihtiyarına tâbi' bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden
feryad eden ferdleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdadlarına ihsanıyla
yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıdsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz
ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî
kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve
hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî tecelliyat kapılarını açmıştır.
Bu ikinci alâmet-i tevhid Siracünnur'un belki yüz
yerlerinde beyan edildiğinden, burada hafif bir işaretle iktifa ettik.
Şualar – 31
Eğer denilse:
Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak
olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiye
onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevab:
Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat
cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri
cihetiyle, Arab milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin
ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine
sebeb olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında
feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve
nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî
saltanatın cem'i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın
çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.
Onların elleri muvakkat ve
surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye
tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci' oldular.
Mektubat – 55
Kader noktasından bakıldığı
vakit; Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaic-i
uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye o kadar kıymetdardır
ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer.
Nasılki bir nefer, bir saat
işkence altında şehid edilse; öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası
çalışsa, ancak o mertebeyi bulur.
Eğer o nefer şehid olduktan
sonra ona sorulabilse, "Az bir şey ile pek çok şeyler kazandım"
diyecektir.
Mektubat – 56
herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her
şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede
Kastamonu – 123
(Bu tefekkürü meleke hâline
getirmeliyiz.)
ﻣَﻦْ ﺍٰﻣَﻦَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺍَﻣِﻦَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜَﺪَﺭِKadere iman eden gam ve hüzünden emin olur" sırrıyla,
ﺧُﺬُﻭﺍ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُHerşeyin güzel cihetine bakınız" kaidesinin sırrıyla,
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳَﺴْﺘَﻤِﻌُﻮﻥَ ﺍﻟْﻘَﻮْﻝَ
ﻓَﻴَﺘَّﺒِﻌُﻮﻥَ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻫَﺪٰﻳﻬُﻢُ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻭَ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﻫُﻢْ
ﺍُﻭﻟُﻮﺍ ﺍﻟْﺎَﻟْﺒَﺎﺏِ
gayet kısacık bir meali: "Sözleri
dinleyip en güzeline tâbi' olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye
mazhar akıl sahibi onlardır." mealinde.
Bizler için şimdi herşeyin iyi
tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız,
lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi
celbedip kalbimizi meşgul etmesin.
Sekizinci Söz'de bir
bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel
şeylere bakar, safa ile istirahat eder.
Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde
çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel
sıkıntı çeker, çıkar gider.
Şimdi hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir.
Hem çirkin, hem güzel, hem
kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur.
Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel
şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve
merak yerinde şükreder, sevinir.
Şualar – 509
Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i
arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu
muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve
rızadır.
Bunların içinde de en ziyade kendini
kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir.
Çünki bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî
derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü,
yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede
ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i İlahiyenin
icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza
gösteriyorlar.
Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar
ki, elem ve azab çeksinler.
İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki
dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle-
Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.
Kastamonu – 123