Şu Kâinatta Tasarruf Eden Zâtın Muhit Bir İlmi Vardır (Kader)
Kadere iman, imanın
erkânındandır.
Yani: "Her şey, Cenab-ı
Hakk'ın takdiriyledir."
Kadere delail-i kat'iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba
gelmez.
Sözler – 468
(Kader ve cüz'-i ihtiyarî mes’elesi, Mi’rac mes’elesi gibi;)
Mi'rac mes'elesi, erkân-ı
imaniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir.
Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan
bir nurdur.
Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz
mülhidlere karşı elbette bizzât isbat edilmez.
Çünki Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan
ve melaikeyi kabul etmeyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara
Mi'racdan bahsedilmez.
Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor.
Sözler – 559
Eğer kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur
ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, onun
tasarrufunda bilir.
O vakit hakkı var, kaderden ve
cüz'-i ihtiyarîden bahsetsin.
Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit
cüz'-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti
kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi
zimmetine alır.
Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat
ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen
musibetlerde kaderi görür, sabreder.
Eğer kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahseden
adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyarîden bahse hakkı
yoktur.
Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet
saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de
kendine temlik eder.
Fiilini kendine ve esbaba verir.
Mes'uliyeti ve kusuru kadere
havale eder.
O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk'a verilecek
olan cüz'-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi
manasızdır.
Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve
mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.
Sözler - 465
(Kader
ve cüz'-i ihtiyarî mes’elesi, Mi’rac mes’elesi gibi;)
..erkân-ı imaniyenin nurlarından
meded alan bir nurdur.
Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen
dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzât isbat edilmez.
Sözler – 559
Kadere iman, imanın erkânındandır.
Yani:
"Herşey, Cenab-ı Hakk'ın takdiriyledir."
Kadere delail-i kat'iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba
gelmez.
Sözler – 468
Kader, ilmin bir nev'idir ki, herşeyin manevî ve mahsus
kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder.
Ve o mikdar-ı
kaderî, o şey'in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer.
Kudret icad ettiği
vakit; gayet suhuletle o kaderî mikdar üstünde
icad eder.
Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i
Zülcelal'e verilmezse; -sâbıkan geçtiği gibi- binler müşkilât değil, belki yüz
muhalat ortaya düşer.
Çünki o mikdar-ı
kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıblar, küçücük bir
hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.
Lemalar – 193
(Cenab-ı Hakk’ın muhit ilmi önce isbat edilmeli;)
..şu kâinatta tasarruf eden zâtın muhit bir ilmi vardır;
Mektubat - 243
Şu kâinatta görünen ef'al ile tasarruf edip icad eden
Sâni'in, bir muhit ilmi var. Ve o ilim, onun zâtının hâssa-i lâzıme-i
zaruriyesidir, infikâki muhaldir.
Nasılki Güneş'in
zâtı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de binler derece ondan ziyade
kabil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden zâtın ilmi ondan infikâk
etsin.
Şu ilm-i muhit, o zâta lâzım olduğu gibi,
taalluk cihetiyle herşey'e dahi lâzımdır.
Yani, hiçbir şey ondan gizlenmesi kabil
değildir.
Perdesiz, Güneş'e karşı zemin yüzündeki eşya,
Güneş'i görmemesi kabil olmadığı gibi; o Alîm-i Zülcelal'in nur-u ilmine karşı
eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, muhaldir.
Çünki huzur var.
Yani herşey daire-i nazarındadır
ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşey'e nüfuzu var.
Şu camid Güneş, şu
âciz insan, şu şuursuz röntgen şuâı gibi zînurlar; hâdis, nâkıs ve ârızî
oldukları halde, onların nurları, mukabilindeki her şey'i görüp nüfuz
ederlerse; elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u
ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz.
Şu hakikata işaret
eden kâinatın hadd ü hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri
vardır. Ezcümle:
Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder.
Çünki hikmet ile iş görmek ilim ile olur.
Hem bütün inayetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. İnayetkârane,
lütufkârane iş gören; elbette bilir ve bilerek yapar.
Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve
herbiri birer intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'at, yine o ilm-i
muhite işaret eder. Çünki intizam ile iş görmek, ilim ile olur. Ölçü ile,
tartı ile san'atkârane yapan; elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.
Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve
maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazanın düsturuyla ve kaderin pergârıyla
tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti
gösteriyor.
Evet eşyaya ayrı
ayrı muntazam suretler vermek, herşey'in mesalih-i hayatiyesine ve vücuduna
lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhit ile olur, başka surette olamaz.
Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasib
vakitte, ummadığı yerde rızıklarını vermek; bir ilm-i muhit ile olur.
Çünki rızkı gönderen; rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini
bilecek, ihtiyacını idrak edecek, sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.
Hem umum zîhayatın, ibham unvanı altında bir kanun-u taayyüne
bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünki her
taifenin, gerçi ferdlerin zahiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o
taifenin iki had ortasında mahdud bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel
hengamında, o şey'in arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin,
meyvesinin, çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılab ettirmesi; yine
o ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem bütün mevcudata şâmil, herbir mevcuda lâyık bir surette
rahmetin taltifatı; bir rahmet-i vasia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Çünki meselâ zîhayatın etfallerini süt ile iaşe eden ve zeminin suya muhtaç
nebatatına yağmur ile yardım eden; elbette etfali tanır, ihtiyaçlarını bilir ve
o nebatatı görür ve yağmurun onlara lüzumunu derkeder sonra gönderir ve
hâkeza... Bütün hikmetli, inayetli rahmetinin hadsiz cilveleri; bir ilm-i
muhiti gösteriyor.
Hem bütün eşyanın san'atındaki ihtimamat ve san'atkârane tasvirat
ve mahirane tezyinat, bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünki binler
vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlı ve hikmetli bir
vaziyeti intihab etmek, derin bir ilim ile olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı
intihabat, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem icad ve ibda'-ı eşyada kemal-i suhulet, bir ilm-i ekmele
delalet eder. Çünki bir işde kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i
ilim ve maharetle mütenasibdir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
İşte şu sırra
binaen herbiri birer mu'cize-i san'at olan mevcudata
bakıyoruz ki; hayretnüma bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz,
dağdağasız, kısa bir zamanda fakat mu'ciznüma bir surette icad edilir. Demek
hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır ve hâkeza...
Mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sadıka
var ki, şu kâinatta tasarruf eden zâtın muhit bir ilmi vardır.
Ve herşey'i bütün şuunatıyla
bilir, sonra yapar.
Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi
vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık
ve müstahak olduklarını bilir, hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla
muamele eder ve edecek.
Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir zât seni
bilir ve bakar, bil ve ayıl!..
Mektubat – 242
Şu ilm-i muhit, o zâta lâzım olduğu gibi,
taalluk cihetiyle herşey'e dahi lâzımdır.
Yani, hiçbir şey ondan gizlenmesi kabil
değildir.
Perdesiz, Güneş'e karşı zemin yüzündeki eşya,
Güneş'i görmemesi kabil olmadığı gibi; o Alîm-i Zülcelal'in nur-u ilmine karşı
eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, muhaldir.
Çünki huzur var.
Yani herşey daire-i nazarındadır
ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşey'e nüfuzu var.
Şu camid Güneş, şu
âciz insan, şu şuursuz röntgen şuâı gibi zînurlar; hâdis, nâkıs ve ârızî
oldukları halde, onların nurları, mukabilindeki her şey'i görüp nüfuz
ederlerse; elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u
ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz.
Mektubat – 242
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Maddî olan bir
şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve
onları idraktan kàsırdır.
Fakat nur ve nuranî şeyler, ne kadar nuraniyette terakki
ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne
kadar latîf olursa, o derecede maddiyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuâı
gibi).
Mümkinatta mes'ele
bu merkezde ise; Vâcib, Vâhid olan Nuru'l-Envâr ne
derece
ﻧَﺎﻓِﺬُ ﺍﻟْﺨَﻔَﺎﻳَﺎ ﻋَﺎﻟِﻢٌ
ﺑِﺎﻟْﺎَﺳْﺮَﺍﺭِ
olacağı, bir derece anlaşıldı.
Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz,
şümulü iktiza ve istilzam eder.
Mesnevi-i Nuriye – 194
İ'lem
Eyyühel-Aziz!
ﻭَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻣِﻦْ ﻭَﺭَٓﺍﺋِﻬِﻢْ
ﻣُﺤِﻴﻂٌ
Evet Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair
sıfatıyla muhittir. Daire-i ihatasından hariç bir şey yoktur.
Fakat insan cüz'î
ve kısa zihniyle Allah'ın azametine ve şemsin etrafında seyyaratı tedvir
ettiğine bakarken, meselâ arı gibi küçük hayvanlar ile iştigal etmesini uzak
görüyor. Çünki Vâcibü'l-Vücud'u, mümkine kıyas ediyor. Halbuki bu kıyasa göre
küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünki onlar da
ﻭَ ﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
kaziyesince Hâlıklarını tesbih etmekle, Allah'tan maada
kimseyi Rab tanımıyorlar. Binaenaleyh büyüğün küçüğe tekebbür etmeye hakkı
yoktur.
Mesnevi-i Nuriye – 187
Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve
herbiri birer intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'at, yine o ilm-i
muhite işaret eder. Çünki intizam ile iş görmek, ilim ile olur. Ölçü
ile, tartı ile san'atkârane yapan; elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.
Mektubat – 242
güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından tut, tâ
zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar
kâinattaki bütün sa'y ü hareket, kanun-u kader-i İlahî
üzerine cereyan ediyor.
Ve dest-i kudret-i
İlahîden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvinî ile
zuhur eder.
Hattâ herbir
zerre, herbir mevcud, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki; orduda
muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi;
herbir zerre, herbir zîhayatın dahi öyledir.
Meselâ: Senin
gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve gözde ve a'sab-ı vechiyede ve bedenin
şerayin tabir edilen damarlarında, birer nisbeti ve o nisbete göre birer
vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hâkeza herşeyi ona kıyas
et.
Lemalar – 125
Kader, ilmin bir nev'idir ki, herşeyin manevî ve mahsus
kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder.
Ve o mikdar-ı
kaderî, o şey'in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer.
Kudret icad ettiği
vakit; gayet suhuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder.
Eğer o şey muhit
ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelal'e verilmezse;
-sâbıkan geçtiği gibi- binler müşkilât değil, belki yüz muhalat ortaya düşer.
Çünki o mikdar-ı
kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıblar, küçücük bir
hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.
Lemalar – 193
Mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sadıka
var ki, şu kâinatta tasarruf eden zâtın muhit bir ilmi vardır.
Ve herşey'i bütün şuunatıyla
bilir, sonra yapar.
Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi
vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık
ve müstahak olduklarını bilir, hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla
muamele eder ve edecek.
Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir zât seni
bilir ve bakar, bil ve ayıl!..
Mektubat – 243
Silsile-i
Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş
ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin
inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."
Hem demiş ki:
"Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve
inkişafıdır."
Mektubat – 22
Madem hakikat
böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh
Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.)
gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve
akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin
medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.
İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz
insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i
İslâmiye gıdadır.
Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar
bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise
Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa;
o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...
İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını,
dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait
yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve
zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet
vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten
gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi
müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan
ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini
beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından
olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş
tasavvurundayım.
Mektubat – 23