Derin ve Yüksek Yol
Geçen hakikatlardan anlaşıldı ki; haşir mes'elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden
kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz.
Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün
esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem'i bütün mu'cizat
ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur'an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu
isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile
şehadet ediyor.
Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir mes'elesinde Vâcibü'l-Vücud ile bütün mevcudat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti olmayan şübheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!
Sakın zannetme,
delail-i haşriye, bahsettiğimiz oniki hakikata münhasırdır. Hâyır, belki yalnız
Kur'an-ı Hakîm, geçen şu oniki hakikatları bize ders verdiği gibi, daha
binler vücuha işaret edip, herbir vecih kavî bir emaredir ki: Hâlıkımız bizi bu
dâr-ı fâniden bir dâr-ı bâkiye nakledecektir.
Sözler – 88
..haşir mes'elesi öyle râsih bir
hakikattır ki;
*o
hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve
*Resul-i
Ekrem'i bütün mu'cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve
*Kur'an-ı
Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve
*şu
kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor.
Sözler – 88
Kur'an-ı
Mu'cizü'l-Beyan'ın Mekkiye sureleriyle Medeniye sureleri belâgat noktasında ve
i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı
hikmeti şudur ki:
Mekke'de birinci
safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan belâgatça
kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, mukni', kanaat verici bir icmal ve tesbit
için tekrar lâzım geldiğinden ekseriyetçe Mekkî sureleri erkân-ı imaniyeyi ve
tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile ifade
ve tekrar ederek mebde' ve meadi, Allah'ı ve âhireti,
değil yalnız bir sahifede, bir
âyette, bir cümlede, bir kelimede;
belki bazen bir harfte ve takdim
- te'hir, tarif - tenkir ve hazf - zikir gibi heyetlerde
öyle kuvvetli isbat eder ki,
ilm-i belâgatın dâhî imamları
hayretle karşılamışlar.
Sözler – 455
Sakın zannetme,
delail-i haşriye, bahsettiğimiz oniki hakikata münhasırdır.
Hâyır, belki yalnız Kur'an-ı
Hakîm, geçen şu oniki hakikatları bize ders verdiği gibi, daha binler vücuha işaret edip, herbir vecih kavî bir emaredir ki: Hâlıkımız bizi bu dâr-ı
fâniden bir dâr-ı bâkiye nakledecektir.
Sözler – 88
Kur'an'ın takib ettiği makasıd-ı
esasiye ve anasır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid,
risalet, haşir, adalet olmak üzere
dörttür.
Diğer bahsettiği mes'eleler ancak
bu maksadlara vesilelerdir.
Bu itibarla vesilelerde yapılacak
tafsilat, ol bâbdaki kavaide muhaliftir. Çünki malayani ile iştigal,
maksadı geri bırakıyor.
Bunun içindir ki, bazı mesail-i kevniyede Kur'an-ı
Mu'cizü'l-Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır.
Mesnevi-i Nuriye –
234
(Kur'an'ın;)
Diğer bahsettiği mes'eleler ancak
bu maksadlara vesilelerdir.
Mesnevi-i Nuriye –
234
İkinci Bir Sual:
"Kur'anda sarihan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücazatını binler defa isbat edip nazara vermenin ve her surede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"
Elcevab:
Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılablarda
ve emanet-i kübrayı ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev'-i beşerin şekavet
ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en
dehşetli mes'elelerinden en azametlilerini ders vermek
ve hadsiz şübheleri izale etmek ve gayet
şiddetli inkârları ve inadları kırmak cihetinde elbette o dehşetli inkılabları tasdik ettirmek ve o inkılablar azametinde büyük ve
beşere en elzem ve en zarurî mes'eleleri teslim
ettirmek için
Kur'an,
binler defa değil, belki
milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kerre tekrar ile
o bahisler Kur'anda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez.
Sözler – 457
Hem sakın zannetme
ki: Haşri iktiza eden esma-i İlahiye,
bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerim, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine
münhasırdır.
Hâyır, belki kâinatın tedbirinde
tecelli eden bütün esma-i İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.
Hem zannetme ki,
haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi,
şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hâyır, belki
ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır
ki; bir vechi Sâni'a şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder.
Meselâ: İnsanın
ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni'i gösterdiği gibi; o ahsen-i
takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri
gösterir. Bazı kerre bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sâni'i, hem haşri
gösterir.
Meselâ ekser eşyada
görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin
taltifi; nasılki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni'-i Hakîm, Kerim, Âdil,
Rahîm'in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler.
Onun gibi, bunların
kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni
mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür.
Demek ki, herşey lisan-ı hal ile
"Âmentü billahi ve bilyevm-il âhir" okuyor ve okutturuyor.
Sözler – 89
herşey lisan-ı hal ile "Âmentü
billahi ve bilyevm-il âhir" okuyor ve okutturuyor.
Sözler – 89
(Haşir, perde-i gayb altında saklanmış bir ağaç gibidir. Kur’an-ı Hakîm ve onun tefsiri olan Risale-i Nur, o gaybî ağacı tersim ve tasvir ediyor;)
Gayet yüksek ve garib ve gayetle
yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki; o ağaç bir perde-i gayb altında, bir
tabaka-i mesturiyet içinde saklanmış.
Malûmdur ki: Bir
ağacın, insanın a'zâları gibi; onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri
gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüb, bir muvazenet
lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret
verilir.
İşte, hiç görünmeyen (ve halen görünmüyor) o ağaca dair
biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir a'zâsına mukabil birer resim çekse,
birer hudud çizse, dalından meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüble bir suret
tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde ve müntehasının ortasında
uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa;
elbette şübhe kalmaz ki, o ressam
o gaybî ağacı gayb-aşina nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Sözler – 139
Demek oluyor ki; beyanat-ı Kur'aniye, beşerin ilm-i
cüz'îsine, bâhusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz.
Belki bir ilm-i muhite istinad
ediyor ve cemi' eşyayı birden görebilir, ezel ebed ortasında bütün hakaikı bir
anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.
Sözler – 141
Ey şu risaleyi insaf
ile mütalaa eden kardeş! Deme, niçin bu "Onuncu Söz"ü birden
tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünki İbn-i Sina
gibi bir dâhî-yi hikmet,
ﺍَﻟْﺤَﺸْﺮُ ﻟَﻴْﺲَ ﻋَﻠٰﻰ ﻣَﻘَﺎﻳِﻴﺲَ ﻋَﻘْﻠِﻴَّﺔٍ
demiş. "İman
ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" diye hükmetmiştir.
Hem bütün ulema-i
İslâm: "Haşir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona
gidilmez." diye müttefikan hükmettikleri halde,
elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm'in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz.
Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi
gelir.
Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki:
Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın
tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî
mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i
a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î iz'an ve tahkikî iman edilir.
Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an
ile öyle görülüyor ve gösteriliyor.
Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa
âciz kalır, taklide mecbur olur.
Sözler – 93
Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle ve
Hâlık-ı Rahîm'in rahmetiyle..
Sözler – 93
(Onuncu Söz o gaybî ağacı mükemmel tersim ve tasvir etmiş;)
Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle
görülüyor ve gösteriliyor.
Sözler – 93
Demek oluyor ki; beyanat-ı Kur'aniye, beşerin ilm-i
cüz'îsine, bâhusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz.
Belki bir ilm-i muhite istinad
ediyor ve cemi' eşyayı birden görebilir, ezel ebed ortasında bütün hakaikı bir
anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.
Sözler – 141
(Haşir meselesi, İbn-i Sina gibi gavvasların çıkartamadığı bir define farzedilirse;)
Meselâ:
Bir denizde hesabsız
cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas
dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı
olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O
gavvas hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir.
Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler,
bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir
yakut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkeza...
Herbiri eliyle
gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o
hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder.
O vakit hakaikın muvazenesi
bozulur.
Tenasüb de gider.
Çok hakikatın rengi değişir.
Hakikatın hakikî rengini görmek
için tevilata ve tekellüfata muztar kalır.
Hattâ bazen inkâr ve ta'tile
kadar giderler.
Hükema-yı İşrakiyyunun kitablarına ve Sünnetin mizanıyla
tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimad eden mutasavvıfînin kitablarına teemmül
eden, bu hükmümüzü bilâ-şübhe tasdik eder.
Demek hakaik-i Kur'aniyenin cinsinden ve Kur'anın
dersinden aldıkları halde, -Çünki Kur'an değiller- böyle
nâkıs geliyor.
Bahr-i hakaik olan Kur'anın
âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır.
Lâkin onların gözleri açık,
defineyi ihata eder.
Definede ne var, ne yok görür.
O defineyi öyle bir tenasüb ve
intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemali gösterir.
Sözler – 439
bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin herbirisini tafsilen ve erkân-ı
hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden
bütün düsturları görür, gösterir.
Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o
hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin
menbaından Kur'anın bir i'caz-ı manevîsi neş'et eder.
İşte şu sırr-ı
azîmdendir ki; ulema-i ilm-i Kelâm, Kur'anın şakirdleri oldukları halde, bir
kısmı onar cild olarak erkân-ı imaniyeye dair
binler eser yazdıkları halde, Mu'tezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için
Kur'anın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat'î isbat ve ciddî ikna
edememişler.
Âdeta onlar, uzak
dağların altında lağım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i
esbab ile gidip orada silsileyi keser.
Sonra âb-ı hayat hükmünde olan marifet-i İlahiyeyi ve
vücud-u Vâcibü'l-Vücud'u isbat ederler.
Âyet-i kerime ise, herbirisi
birer asâ-yı Musa gibi her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar,
Sâni'-i Zülcelal'i tanıttırır.
Kur'anın bahrinden
tereşşuh eden Arabî "Katre" risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fiilen isbat edilmiş ve göstermişiz.
İşte hem şu
sırdandır ki: Bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek,
meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip
bir fırka teşkil eden fırak-ı dâllenin bütün imamları hakaikın
tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya,
dalalete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler.
İşte bunların bütün aczleri,
âyât-ı Kur'aniyenin i'cazını gösterir.
Sözler – 441
(Kur’an;)
erkân-ı sitte-i imaniyenin
herbirisini tafsilen ve erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve
cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir.
Sözler – 441
(İbn-i Sina dehasıyla dalmış o hakaika yetişememiş;)
Risale-i Nur eczaları, bütün
mühim hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi
parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i
İlahiyedir.
Çünki hakaik-i imaniye ve
Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina,
fehminde aczini itiraf etmiş, "Akıl buna yol bulamaz!" demiş.
Onuncu Söz Risalesi, o zâtın
dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
Mektubat – 372
Hem hakaik-i imaniye ve
Kur'aniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş,
vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür'atle yazan
bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası
dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in i'caz-ı manevîsinin eseri
ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.
Mektubat – 373
(Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın haşrin isbatına dair cezalet-i beyanı;)
Madem haşrin bahsi
geldi. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın haşrin isbatına
dair cezalet-i beyanını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatını
beyan etmeğe münasebet geldi. Şöyle
ki:
Şu tefekkür neticesi
gösteriyor ki: Beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa
bütün kâinat tahrib edilir ve tahrib ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve
vardır.
Fakat haşrin meratibi var.
Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır.
Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye
ve fikriyenin derecatına göre görünür.
Ve ilim ve marifeti lâzım olur.
Kur'an-ı Hakîm, en basit
ve kolay olan mertebeyi kat'î ve kuvvetli isbat için en geniş ve en büyük bir
daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.
İşte umuma iman lâzım olan haşrin
mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara
gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum
hükmünde olacak "acbü'z-zeneb" tabir edilen küçük bir cüz'ü bâki kalıp
Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona
gönderir. İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki; her baharda milyonlarla misali
görülüyor.
İşte bazen şu mertebeyi isbat için âyât-ı Kur'aniye öyle bir daireyi gösteriyor ki: Bütün
zerratı haşr ve neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir.
Bazen da bütün mahlukatı fenaya gönderip, yeniden
getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.
Bazı, yıldızları dağıtıp, semavatı parçalayabilir bir
kudret ve hikmetin tasarrufatını ve âsârını gösterir.
Bazı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden def'aten bir
sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını
gösterir.
Bazı, bütün rûy-i zeminde zîhayat olanları ayrı ayrı haşr
ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir.
Bazen, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları
uçuracak, düzeltip daha güzel bir surete çevirecek bir kudret ve hikmetin
âsârını gösterir.
Demek, herkese imanı ve marifeti
farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle
yapabilir.
Hikmet-i Rabbaniye
iktiza etmiş ise, elbette haşr ve neşr-i insanî ile beraber umum onları dahi
yapacak veyahut bazı mühimlerini yapar.
Sözler – 614
Mübareklerin
pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Büyük Hâfız Ali manalarını taşıyan
büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor.
Halbuki o sualin
cevabı Risale-i Nur'da yüz yerde var.
"Risale-i Nur'un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı ne içindir?
Bir âmî mü'minin imanı büyük bir velinin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?" diyor.
Elcevab:
Başta Âyetü'l-Kübra
meratib-i imaniye bahislerinde ve âhire yakın müceddid-i elf-i sâni İmam-ı
Rabbanî beyanı ve hükmü ki: "Bütün tarîkatların
müntehası ve en büyük maksadları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir
mes'ele-i imaniyenin kat'iyyetle vuzuhu, bin kerametlerden ve keşfiyatlardan
daha iyidir." ve Âyetü'l-Kübra'nın en âhirdeki ve Lâhika'dan
alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevab olduğu gibi, Meyve
Risalesi'nin tekrarat-ı Kur'aniye hakkında Onuncu Mes'elesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarlı ve kesretli tahşidat-ı
Kur'aniyenin hikmeti, aynen bitamamiha onun hakikî tefsiri olan Risale-i Nur'da
cereyan etmesi de cevabdır.
Hem iman-ı tahkikî
ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve
şübhelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının
izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali'nin mektubuna öyle bir cevabdır ki, bize hiçbir
ihtiyaç bırakmıyor.
İkinci Cihet:
İman, yalnız icmalî ve taklidî
bir tasdike münhasır değil.
Bir çekirdekten, tâ büyük hurma
ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki
aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece
kesretli hakikatları var ki, binbir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin
kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki:
"Bütün ilimlerin ve
marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden
gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir" diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.
Evet iman-ı taklidî,
çabuk şübhelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var.
O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının
kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şübheye
karşı bazan mağlub olur.
Hem iman-ı
tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir
ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri
var. Bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir.
Hem bir mertebesi de
hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri
var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez.
Ve ulema-i İlm-i
Kelâm'ın binler cild kitabları, akla ve mantığa istinaden te'lif edilip, yalnız
o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i
hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha
başka bir cihette izhar etmişler.
Fakat Kur'anın mu'cizekâr cadde-i
kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye; o ulema ve evliyanın
pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.
İşte Risale-i Nur bu câmi' ve
küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'an aleyhine
ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî
cereyanlara karşı Kur'an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor.
Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı
vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına
Kur'an nuruyla vesile olsun.
Hadîs-i Şerif'te
vardır ki: "Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı
koyunlardan daha hayırlıdır." "Bazan bir saat tefekkür, bir sene
ibadetten daha hayırlı olur." Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük
ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir. Umum kardeşlerime birer birer
selâm ve dua ediyoruz.
Emirdağ-1 – 103
Bahr-i hakaik olan Kur'anın
âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır.
Lâkin onların gözleri açık,
defineyi ihata eder.
Definede ne var, ne yok görür.
O defineyi öyle bir tenasüb ve
intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemali gösterir.
Sözler – 440
Fakat Kur'anın mu'cizekâr cadde-i
kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye; o ulema ve evliyanın
pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.
İşte
Risale-i Nur
bu câmi' ve küllî ve yüksek
marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'an aleyhine ve İslâmiyet ve
insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı
Kur'an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor.
Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı
vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur'an
nuruyla vesile olsun.
Emirdağ-1 – 103
Evet inkâr etmemek başkadır, iman
etmek bütün bütün başkadır.
Emirdağ-1 – 203
(Haşre dâir, hakkalyakin mertebesinde bir imana ulaşmak için ne yapmalıyız;)
Herbir
hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz.
Ve herbiri
tahakkukuyla vücuduna gayet kat'î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet
zahir delalet eder.
Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi
içinde kuvvetli isbat etmekle beraber mecmu' hakikatların icma'ı ve ittifakı, imanımızı
taklidden tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve
aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.
Şualar – 175
Kardeşlerim!
Bugünlerde biri Risaletü'n-Nur talebelerine, diğeri bana ait iki mes'ele ihtar
edildi. Ehemmiyetine binaen yazıyorum:
BİRİNCİ MES'ELE:
Birinci Şuâ'da
iki-üç âyetin işaratında, Risaletü'n-Nur'un sadık talebeleri imanla kabre
gireceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir
beşaret bulunduğu gösterilmiştir.
Fakat bu pek büyük
mes'eleye ve çok kıymetdar işarete tam kuvvet
verecek bir delil ister diye beklerdim. Çoktan beri muntazırdım.
Lillahilhamd iki emare birden kalbime geldi:
Birinci Emare:
İman-ı tahkikî ilmelyakînden
hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik
hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla
şübheler verip tereddüde düşürebilir.
Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız
akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet
ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı
zevalden mahfuz kalıyor.
Bu iman-ı
tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud
ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.
İkinci Yol:
İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı
vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn
derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn
ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.
Bu ikinci yol; Risaletü'n-Nur'un
esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar.
Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü'n-Nur hakaik-i
imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni' derecesinde
gösterdiğini görecekler.
Kastamonu - 18
(Haşre imanımız hakkalyakin mertebesine yakınlaştıkça;)
İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne
yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler
Kastamonu – 18
(Haşre dâir, hakkalyakin mertebesinde bir imana ulaşmak için ne yapmalıyız;)
İman-ı
bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'anî bir tarzda, akıl ve
kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.
Kastamonu – 18
(Derin; Denizde derinde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir defineyi çıkarmak için, Yüksek; Gayet yüksek ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağacı tasvir etmek için;)
Kur'an-ı Hakîm'in
feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm'in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi
bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu
şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz.
Çünki imanımızın kurtulmasına
kâfi gelir.
Fehmettiğimiz miktarına memnun
olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.
Sözler - 93