Hayat-ı Dünyeviyeye Hasr-ı Fikr
ÜÇÜNCÜ NÜKTE:
İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa'y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahluktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufatı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabani emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabani keçi ve öküz gibi). Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerim'e misafir olmuş ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış. Ve hadsiz bedî' masnuatını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaşasına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyya etmiştir ki; o dairenin nısf-ı kutru -yani merkezden muhit hattına kadar- gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.
İşte eğer insan, enaniyetine
istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde
muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider.
Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun
aleyhinde şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır.
Eğer kendini misafir bilse,
misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle
geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs
edip istirahat eder. Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.
Sözler – 323
Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları
görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfının
başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan
yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve
hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim,
Latîf isimlerini ve hâkeza... Bütün a'zâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle,
letaif ve maneviyatıyla, havâs ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı
nakışlarını gösteriyor.
Demek nasıl esmada bir ism-i a'zam var, öyle de o esmanın
nukuşunda dahi bir nakş-ı a'zam var ki, o da insandır.
Ey kendini insan bilen insan!
Kendini oku...
Yoksa hayvan ve camid hükmünde
insan olmak ihtimali var!
Sözler – 687
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Şu dünya hayatına muhabbetle
mübtela olan bazı insanlar, o hayatın vücuda gelmesinden maksad ve gaye, yalnız
o hayata hizmet ve o hayatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani
Fâtır-ı Hakîm'in zevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduğu
bütün cihazat-ı acibe ve techizat-ı hârikanın, seriü'z-zeval olan şu hayatın
hıfzı ile bekası için verildiğini zannediyorlar.
Mesnevi-i Nuriye - 103
Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu
ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı
bâkiye için verilmişler. Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki:
İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir.
Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer. Çünki
her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek
zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini
bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil. Elemsiz bir
lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne
de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına
şükreder.
Demek ahsen-i takvim suretinde
yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece
hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı
düşer.
Sözler – 324
(Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan:)
Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur:
Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun ve
sıfât-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu
âlem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin
bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem
mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalâtının bir ahsen-i takvimidir.
İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:
Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış
hikmetnüma bir sözdür. Görünüp ve işitilip, esma-i hüsnaya delalet eder.
İşte hayatının sureti bu gibi emirlerdir.
Şimdi hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki: Tecelli-i
Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir.
Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi
hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.
Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise: Senin hayatının
âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir.
Zîşuur olarak ona şevk göstermektir.
Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir.
Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.
İşte bu sırdandır ki, seni a'lâ-yı illiyyîne çıkaran bir
hadîs-i kudsînin meal-i şerifi olan:
ﻣَﻦْ ﻧَﻪ ﮔُﻨْﺠَﻢْ ﺩَﺭْ ﺳَﻤٰﻮَﺍﺕ ﻭ ﺯَﻣِﻴﻦْ
٭ ﺍَﺯْ ﻋَﺠَﺐْ ﮔُﻨْﺠَﻢْ ﺑَﻘَﻠْﺐِ ﻣُﺆْﻣِﻨِﻴﻦْ
denilmiştir.
İşte ey nefsim!
Hayatının böyle ulvî gayata
müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri câmi' olduğu halde, hiç akıl ve
insafa lâyık mıdır ki: Hiç-ender-hiç olan muvakkat huzuzat-ı nefsaniyeye,
geçici lezaiz-i dünyeviyeye sarfedip zayi' edersin!
Sözler – 128
Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı
dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu
halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde
bir temsil ile bu hakikatı beyan etmiştim.
Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum.
Şöyle ki:
Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip "Mahsus bir
kumaştan bir kat elbise yaptır" emreder. İkincisine, bin altın verir, bir
pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara
gönderir. Evvelki hizmetkâr on altın ile a'lâ kumaştan mükemmel bir elbise
alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine
konulan hesab pusulasını okumayarak bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat
elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise
verdi.O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir te'dib
gördü ve dehşetli bir azab çekti. İşte edna bir şuuru olan anlar ki, ikinci
hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim
bir ticaret içindir.
Aynen onun gibi: İnsandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i
insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ;
güzelliğin bütün meratibini farkeden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit
ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikın bütün
inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün enva'ına müştak
insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede?Hayvanın pek basit yalnız
bir-iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki;
hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus)
ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususîdir.
İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki:
Akıl ve fikir sebebiyle insanın hâsseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat
peyda etmiştir.
Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat
peyda olmuştur.
Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş.
Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda
müteveccih arzulara medar olmuş.
Ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve
cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir.
Ve ibadatın bütün enva'ına müstaid bir fıtratta
yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi' bir istidad verilmiştir.
İşte şu derece cihazatça
zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı
dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir.
Belki şöyle bir insanın vazife-i
asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve
kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın
tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı
Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu'cizatını
temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.
Sözler – 324
İkinci Mes'ele:
Otuzbirinci âyetin işaretinin beyanında,
ﻳَﺴْﺘَﺤِﺒُّﻮﻥَ
ﺍﻟْﺤَﻴٰﻮﺓَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ
bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı
dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam
parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.
Ben bundan çok hayret ediyordum.
Bugünlerde ihtar edildi ki:
Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair a'zâ
vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve
hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir
cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip
sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Hem nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şaşaalı
bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan
insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta'til
ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı
içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet
almış ki; insanın ulvî latîfelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin
arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret
derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine
ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet
vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o
damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir
zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.
Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı,
bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden
bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o
damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve
mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece
nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hâcat-ı hayatiyeyi, büyük bir
mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor.
Bu acib asrın bu acib hastalığına
ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının
naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr,
hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler.
Öyle ise, her şeyden evvel onun
dairesine girmeli.
Sadakatla, tam metanet ve ciddî
ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden
kurtulsun.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.
Kastamonu - 104