Halbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve "Lâ ilahe illallah" kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci' tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet inkâr etmemek başkadır, iman
etmek bütün bütün başkadır.
Evet kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar
şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal'i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu
tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.
Fakat ona iman etmek: Kur'an-ı
Azîmüşşan'ın ders verdiği gibi, o Hâlık'ı sıfatları ile, isimleri ile umum
kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği
emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve
nedamet etmek iledir.
Yoksa, büyük günahları serbest
işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.
Emirdağ-1 – 203
(fethullah
gülenin, efkâr-ı bâtılasından 1- “Kelime-i şehadette ‘Muhammed’ün
Resulallah’ kelimesi ehl-i necat olmak için şart değil...” )
..gönderdiği elçilerini,
peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikatı onda
yoktur.
Emirdağ-1 – 203
(“Peygamberlere İman” ve “Allah’a İman” hakikati onda yoktur.)
O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi
hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda
dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi:
Nifak perdesi altında, risalet-i
Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın
başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin
silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek
Âl-i Beyt'ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı
manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise:
Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir
cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar
ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.
Mektubat – 56
..Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek
Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek..
Mektubat – 56
(Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) isbat eden bütün deliller, bu fikrin bâtıl olduğunun isbatıdır.)
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gayet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san'at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev'-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san'atını, cemal-i esmasını bildirecek, âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz'ı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san'atların Sâni'ine çevirecek.. ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur'an-ı Azîmüşşan'la, o Sâni'-i Hakem-i Hakîm'in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zât, Güneş'in vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.
Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm'in
cilve-i a'zamı ile, a'zamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de
esma-i hüsnadan Allah, Rahman, Rahîm, Vedud, Mün'im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok
isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i a'zamla, a'zamî derecede ve
mertebe-i kat'iyyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Meselâ: İsm-i Rahman'ın cilvesi olan
rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud'un
cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabbü'l-Âlemîn
ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil'in bir cilvesi olan bütün
cemaller; yani cemal-i zât, cemal-i esma, cemal-i san'at, cemal-i masnuat dahi,
o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı
uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan Zât-ı
Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve
hâkeza... Bu misaller gibi ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye
birer parlak bürhandır.
Elhasıl:
Madem kâinat mevcuddur ve inkâr
edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, zînetleri, ışıkları, ziyaları, sıfatları,
hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam,
mizan, zînet gibi meşhud hakikatlar, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu
sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsufu ve o
fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud, Hakîm, Kerim,
Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil
olmaz.
Ve elbette o sıfatların ve o
fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı
tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a'zam ve tılsım-ı
kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i
hakikatın ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en
parlak bir ziyasıdır.
Lemalar – 316
Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam
eder.
Lemalar – 317
isimlerin herbiri, kâinatta görünen
bir cilve-i a'zamla, a'zamî derecede ve mertebe-i kat'iyyette risalet-i
Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Lemalar – 317
..ekser esma-i hüsnanın herbiri,
risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.
Lemalar – 317
Habib-i Rahmanî olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i
hakikatın ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en
parlak bir ziyasıdır.
Lemalar – 317
Kur'an'ın takib ettiği makasıd-ı
esasiye ve anasır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet,
haşir, adalet olmak üzere dörttür.
Mesnevi-i Nuriye – 234
(Bu efkâr-ı bâtıla sahibi, Kur’an’ın âyâtını, dolayısıyla “Kitablara İmanı” da inkâr etmiş oluyor.)
ﻗُﻞْ
ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗُﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻓَﺎﺗَّﺒِﻌُﻮﻧِﻰ ﻳُﺤْﺒِﺒْﻜُﻢُ ﺍﻟﻠّٰﻪُ
âyet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet ne kadar mühim ve lâzım
olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet şu âyet-i kerime, kıyasat-ı
mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır.
Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: "Eğer
güneş çıksa, gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş
çıktı, öyle ise netice veriyor ki: Şimdi gündüzdür." Menfî netice için
deniliyor: "Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki: Güneş çıkmamış".
Mantıkça, bu müsbet ve menfî iki netice kat'îdirler. Aynen böyle de: Şu âyet-i kerime der ki: "Eğer ALLAH'a muhabbetiniz
varsa, HABİBULLAH'a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki:
ALLAH'a muhabbetiniz yoktur."
Lemalar – 52
“Allah'ı
ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile
peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama
bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir
yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz
kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi-150-151)
Mektubunuzda "Mücerred Lâ ilahe
illallah kâfi midir? Yani Muhammedürresulullah demezse ehl-i necat olabilir
mi?" diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur.
Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:
Kelime-i şehadetin iki kelâmı
birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder,
biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiya'dır,
bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun
cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin
ve tahkikin imamları, Sa'dî-i Şirazî gibi derler:
ﻣُﺤَﺎﻟَﺴْﺖْ
ﺳَﻌْﺪِﻯ ﺑَﺮَﺍﻩِ ﻧَﺠَﺎﺕْ ٭ ﻇَﻔَﺮْ ﺑُﺮْﺩَﻥْ ﺟُﺰْ ﺩَﺭْ ﭘَﻰِ ﻣُﺼْﻄَﻔٰﻰ
Hem
ﻛُﻞُّ
ﺍﻟﻄُّﺮُﻕِ ﻣَﺴْﺪُﻭﺩٌ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟْﻤِﻨْﻬَﺎﺝَ ﺍﻟْﻤُﺤَﻤَّﺪِﻯَّ
demişler.
Fakat bazan oluyor ki: Cadde-i Ahmediyede (A.S.M.)
gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye
dâhilindedir.
Hem bazan oluyor ki: Peygamber'i bilmiyorlar, fakat
gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.
Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir
halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde
cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız Lâ ilahe illallah onlara kâfi
geliyor.
Fakat bununla beraber, en mühim bir
cihet budur ki: "Adem-i kabul" başkadır, "kabul-ü adem"
başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya
bilmeyen adamlar; Peygamber'i bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler.
O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlahiyeye karşı, yalnız Lâ ilahe illallah
biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler.
Fakat Peygamber'i işiten ve davasını
bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk'ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız
Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal,
bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-ü
ademdir ve o inkârdır. Mu'cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev'-i
beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr eden adam,
elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah'ı tanımaz. Her
ne ise, şimdilik bu kadar yeter.
Mektubat - 335
Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i
gayr-ı müslimin manası şudur ki: Bidayet-i Hürriyette İttihatçılar içine
girmiş dinsizleri görüyordum ki; İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı
içtimaiye-i beşeriye ve bilhâssa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi' ve
kıymetdar desatir-i âliyeyi câmi' olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle
şeriat-ı Ahmediyeye tarafdar idiler. O noktada müslüman, yani iltizam-ı hak ve
hak tarafdarı oldukları halde mü'min değildiler; demek
müslim-i gayr-ı mü'min ıtlakına istihkak kesbediyordular.
Şimdi ise firenk usûlünün ve
medeniyet namı altında bid'atkârane ve şeriatşikenane cereyanlara tarafdar
olduğu halde; Allah'a, âhirete, Peygamber'e imanı da taşıyor ve kendini de
mü'min biliyor.
Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı
Ahmediyenin kavaninini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı
müslim bir mü'min oluyor.
İmansız İslâmiyet sebeb-i necat
olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat
veremiyor, denilebilir.
Barla - 349
ﻳَﻨْﻘُﻀُﻮﻥَ : Örülmüş kalın bir şeridi açıp
dağıtmak manasını ifade eden "nakz" tabiri, yüksek bir üslûba
işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk'ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle
örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî
şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın
enva'ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev'-i beşere uzatmıştır ve ruh-u
beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o
istidadların terbiyesini ve neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiştir. O
cüz'-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir.
Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidadları
lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin
nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazı enbiyaya iman ve
tasdik, bazılarını inkâr ve tekzib; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı
âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan
nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.
İşarat-ül İ'caz – 173
(Efkâr-ı bâtılasından 2-
“Tedbir için günahlara kebair de olsa girilebilir...”
Fakat ona iman etmek:
Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ders verdiği gibi, o Hâlık'ı sıfatları ile, isimleri ile
umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre
muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir.
Emirdağ-1 – 203
Yoksa, büyük günahları serbest
işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.
Emirdağ-1 – 203
..elbette hiçbir cihette Allah'a iman
hakikatı onda yoktur.
Emirdağ-1 – 203
Fakat (dünya bu) sevk-i menfaat,
hırs-ı câh, küfür ve inad, gaflet ve kesel, şirk ve dalal gibi ilâçsız
hastalıklara tutulanlar için, bu Nurlara karşı göz yummak, görse bile kabul
etmemek, gördüğünü inkâr etmek, hak ve hakikatı reddetmek gibi divanelikler
istib'ad edilemez. Malûm-u fâzılaneleri, Allah'ın şu muvakkat misafirhanesinde
insan suretinde hayvanları eksik değildir.
Barla – 37
(Efkâr-ı bâtılasından 3-
“Kâfir ve münafıkların Cehennem'de
yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve
tevile sapmak”
Tarihçe-i Hayat – 286
Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi
olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın
mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve
taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada
sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve
azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve
tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o
bîçare hayvanlara şedid bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler
müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanı sû'-i âkıbete
ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve
merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana
dehşetli bir merhametsizliktir ve şenî' bir gadirdir.
Tarihçe-i Hayat – 286
(Bu efkâr-ı bâtıla sahibi, Kur’an’ın âyâtını dolayısıyla “Kitablara İmanı” da inkâr etmiş oluyor.)
Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve
cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve
tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Tarihçe-i Hayat – 286
bir cemaatin riyasetine geçip bir
fırka teşkil eden fırak-ı dâllenin bütün imamları hakaikın tenasübünü,
muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalalete düşüp bir
cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler.
Sözler - 442