Ene Kendisini Sabit Zanneder
Ene'nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih:
Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebeîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder.
Sözler – 539İkinci vecih ise: Felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene'ye
mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası
kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu
telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı
var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'meder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder.
Sözler – 540
O vücuda kudret-i ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer
irtibat kesilse, bütün eşya birden fenaya gider. Beka-i vücud için her an, her
şey Hâlıkının ibkasına muhtaçtır. Çendan
ﺣَﻘَﺎﺋِﻖُ ﺍْﻟﺎَﺷْﻴَﺎﺀِ ﺛَﺎﺑِﺘَﺔٌ
dür, fakat onun isbat ve
tesbitiyle sabittir.
Latif Nükteler – 84
Birinci Şuâ:
Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal'i
Kayyum'dur. Yani bizâtihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir,
devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o
nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur.
Lemalar – 341
(Felsefe, bu mahiyetteki ervahlara ezeliyet isnad ederek enaniyeti kuvvetleştirmiş;)
Hem Onuncu Söz'de isbat edildiği
gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i
nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri
haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad
etmişler.
İşte bu hurafatlara sair mes'elelerini
kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya
ene'nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp
dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi
tağutlardandır.
Sözler – 544
ÜÇÜNCÜ NOTA:
Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his
nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve
müstemir gördüğünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telakki ettiğinden,
yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız
ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena
darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki:
Bir adam elinde olan âyinesini
bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî bir hane, bir
şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tagayyür
âyinenin başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede herc ü merc ve
karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana
faide vermez. Çünki senin elindeki âyinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe,
yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir. Senin hayatın ve ömrün,
âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve
hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab
olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin
kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana,
çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..
Lemalar – 114
Nefs-i insaniye gafletle kendini
unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki
kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne
kadar zaîf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur
dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var
gibi, lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir
hırs ve tama' ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her
lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye
eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez;
ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
Mektubat – 400
İşte dünya süslü bir menzildir.
Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya
var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o
hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i
a'malimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük
ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni,
kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine
olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i
esmaya intikal eder. Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennet'in muvakkat bir
fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi
hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevaidine
çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılab eder. Yoksa
ﻧَﺴُﻮﺍ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻓَﺎَﻧْﺴٰﻴﻬُﻢْ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻬُﻢْ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﻫُﻢُ
ﺍﻟْﻔَﺎﺳِﻘُﻮﻥَ
sırrına mazhar olup, nefsini
unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususî kararsız dünyasını, aynı umumî
dünya gibi sabit bilip, kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid
hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela
ve azabdır.
Mektubat – 11
(Bu hataya düşmesinin bir nedeni, umumî dünyayı sabit zannetmesi. Halbuki o da sabit değil;)
İKİNCİ ZİYA:
Hikmet-i Kur'aniyenin karşısında
meydan-ı muarazaya çıkan felsefe-i beşeriyenin, hikmet-i Kur'ana karşı ne derece
sukut ettiğini Onikinci Söz'de izah ve temsil ile tasvir ve sair Sözlerde isbat
ettiğimizden onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir muvazene
ederiz. Şöyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insaniye,
dünyaya sabit bakar; mevcudatın
mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâni'ine karşı
vazifelerinden bahsetse de, icmalen bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız
nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Kur'an ise, dünyaya
geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar. Mevcudatın
mahiyetlerinden, surî ve maddî hâsiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sâni'
tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkâranelerinden ve Sâni'in isimlerine
ne vechile ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı
inkıyadlarını tafsilen zikreder. İşte felsefe-i beşeriye ile hikmet-i
Kur'aniyenin şu tafsil ve icmal hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak
ve ayn-ı hakikat hangisidir göreceğiz.
İşte nasıl elimizdeki saat,
sureten sabit görünüyor. Fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir
zelzele ve âlet ve çarklarının ızdırabları vardır. Aynen onun gibi; kudret-i
İlahiyenin bir saat-i kübrası olan şu dünya, zahirî sabitiyetiyle beraber daimî
zelzele ve tagayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor. Evet dünyaya zaman girdiği
için, gece ve gündüz, o saat-i kübranın sâniyelerini sayan iki başlı bir mil
hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin
saatlerini ta'dad eden bir iğnedir. İşte zaman, dünyayı emvac-ı zeval üstüne
atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip,
yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır.
Şimdi zamanın dünyaya verdiği şu
şekil ile beraber, mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli, gayr-ı sabit bir
saat hükmündedir. Çünki cevv-i hava
mekânı çabuk tagayyür ettiğinden, bir halden bir hale sür'aten geçtiğinden bazı
günde birkaç defa bulutlar ile dolup boşalmakla, sâniye sayan milin suret-i
tagayyürü hükmünde bir tagayyür veriyor. Şimdi, dünya hanesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü mevt
ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden dakikaları sayan
bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin yüzü
itibariyle böyle olduğu gibi, batnındaki inkılabat ve
zelzelelerle ve onların neticesinde cibalin çıkmaları ve hasflar vuku bulması,
saatleri sayan bir mil gibi dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, gösterir.
Dünya hanesinin tavanı olan sema mekânı ise, ecramların
harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat ve husufatın vuku
bulmasıyla, yıldızların sukut etmeleri gibi tagayyürat gösterir ki; semavat
dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tagayyüratı, haftalık
saatte günleri sayan bir mil gibi çendan ağır ve geç oluyor. Fakat her halde
geçici ve zeval ve harabiyete karşı gittiğini gösterir.
İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi
rükün üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler, daim onu sarsıyor. Fakat şu
sarsılan ve hareket eden dünya, Sâni'ine baktığı vakit, o harekât ve
tagayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedaniyeyi yazması için o kalemin
işlemesidir. O tebeddülat-ı ahval ise, esma-i İlahiyenin cilve-i şuunatını ayrı
ayrı tavsifat ile gösteren, tazelenen âyineleridir. İşte dünya, dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmeğe
koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatta akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet
ile sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peyda edip
âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakîme tedkikat-ı felsefe ile ve
hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedar lehviyatıyla, sarhoşane
hevesatıyla o dünyanın hem cümudetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem
küduretle bulanmasını taz'îf edip Sâni'i ve âhireti unutturuyor.
Sözler – 436
Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı
dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi' ettik. Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü'ya gibi geçti.
Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider...
ﺍِﻧْﺴَﺎﻥْ ﺑَﺰَﻭَﺍﻝْ ﺩُﻧْﻴَﺎ ﺑَﻔَﻨَﺎ ﺍَﺳْﺖْ ﺁﻣَﺎﻝْ ﺑِﻰ ﺑَﻘَﺎ
ﺁﻟﺎَﻡْ ﺑَﺒَﻘَﺎ ﺍَﺳْﺖْ
Kendine güvenen ve ebedî zanneden
mağrur insan, zevale mahkûmdur. Sür'atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise,
zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.
ﺑِﻴَﺎ ﺍَﻯْ ﻧَﻔْﺲِ ﻧَﺎﻓَﺮْﺟَﺎﻡْ ﻭُﺟُﻮﺩِ ﻓَﺎﻧِﻰ ﺧُﻮﺩْﺭَﺍ ﻓَﺪَﺍ
ﻛُﻦْ
ﺧَﺎﻟِﻖِ ﺧُﻮﺩْﺭَﺍ ﻛِﻪ ﺍِﻳﻦْ ﻫَﺴْﺘِﻰ ﻭَﺩِﻳﻌَﻪ ﻫَﺴْﺖْ
Madem hakikat böyledir; gel ey
hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile
ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al!
Sözler – 212
Beşincisi:
Kur'anı dinleyen insana,
Kur'andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği
ile dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve isbat eder ki:
"Dünya, bir kitab-ı
Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât
ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.
Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü
al, muhafaza et; muzahrefatını at, ehemmiyet verme.
Hem birbiri arkasında daim
gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını
gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve
zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.
Hem seyyar bir ticaretgâhtır.
Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen
kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.
Hem muvakkat bir seyrangâhtır.
Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i
Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap,
dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin
kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
Hem bir misafirhanedir. Öyle ise,
onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu
dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane fuzulî
bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız
uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma." gibi zahir hakikatlarla dünyanın
içyüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki
hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe'ninde bir izi
bulunduğunu gösterir. İşte Kur'an şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî
vecihlere dahi âyât-ı Kur'aniye işaret ediyor.
Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten
bir hissesi olmaya...
Sözler – 204
Ey arkadaş! İnsan da başıboş,
serseri, sahibsiz bir hayvan değildir. Ancak
onun da bütün harekât ve ef'ali yazılıyor, tesbit
ediliyor ve a'malinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın.
Mesnevi-i Nuriye - 44