Hayatımı, Hakaik-i İmaniye ve Kur'aniyeye Hasr ve Vakfetmişim
Kardeşlerim!
Maatteessüf başımıza gelen bir şefkat tokatını, iki-üç gündür kat'î bir kanaatla anladım. Hattâ ehl-i isyan hakkında gelen bir âyetin çok işaratından bir işareti bize bakıyor gibi fehmettim. O da şudur:
ﻓَﻠَﻤَّﺎ ﻧَﺴُﻮﺍ ﻣَﺎ ﺫُﻛِّﺮُﻭﺍ ... ﺍَﺧَﺬْﻧَﺎﻫُﻢْ
Yani: Onlara ihtar ettiğimiz ders ve
nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musibet altına
aldık. Evet en âhirde sırr-ı ihlasa dair bir risale bize yazdırıldı.
Elhak gayet âlî ve nuranî bir düstur-u uhuvvet idi. Ve onbinler kuvvetle ancak
mukabele edilir hâdiselere ve musibetlere karşı o sırr-ı ihlas ile on adamla
mukavemet ettirilebilir bir düstur-u kudsî idi. Fakat maatteessüf başta ben,
biz o ihtar-ı manevî ile amel edemedik. Bu âyetin mana-yı işarîsiyle ve
ﺍَﺧَﺬْﻧَﺎﻫُﻢْ
cifir tarihiyle 1352 eder. Aynı tarihiyle tutturulduk. Bir
kısmımız şefkat tokatına giriftar olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil,
belki tokata maruz olan kardeşlerimize medar-ı teselli ve kendilerine medar-ı
sevab ve istifade olmak için bu musibetin içine alındı.
Evet ihtilattan men' olunduğum için, üç aydan beri yeniden
üç gündür ben kardeşlerimin dâhilî ahvaline de muttali' oldum. Hiç hatır u
hayalime gelmez en hâlis zannettiğim kardeşlerimde sırr-ı ihlasa münafî hareket
vukua gelmişti. Ondan anladım ki;
ﻓَﻠَﻤَّﺎ ﻧَﺴُﻮﺍ ﻣَﺎ ﺫُﻛِّﺮُﻭﺍ ... ﺍَﺧَﺬْﻧَﺎﻫُﻢْ
âyetinin uzaktan uzağa bir mana-yı
işarîsi bize de bakıyor. Ehl-i dalalet için nâzil olan bu âyet onlara azabdır,
fakat bizim için terbiye-i nüfus ve keffaretü'z-zünub ve tezyid-i derecat için
şefkat tokatıdır.
Biz elimizdeki kıymetdar nimet-i
İlahiyeyi tam takdir etmediğimizden tokat yediğimize bir delil şudur ki: En
kudsî bir mücahede-i maneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı veraset-i nübüvvetle
velayet-i kübranın feyzine mazhar ve sahabenin sırr-ı meşrebine medar olan
Risale-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur'aniyemize kanaat etmeyip, menfaati şimdilik bize pek az ve bu
vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarîkat hevesinin birkaç defa şiddetle
ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa hem vahdetimizi bozacaktı, hem dört elifin
tesanüdüyle 1111'den 4 kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkâr ve bu gayet ağır
hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenafür-ü kulûbe uğrayacaktı.
Gülistan sahibi Şeyh Sa'dî-i Şirazî naklediyor, der:
"Ben bir ehl-i kalbi tekyede, seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm.
Birkaç gün sonra onu talebeler içinde medresede gördüm. "Ne için o feyizli
tekkeyi terkedip bu medreseye geldin?" dedim. O dedi ki: "Orada
yalnız herkes kendi nefsini -eğer muvaffak olursa- kurtarabilir. Burada ise bu
âlî-himmet şahıslar, kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Ulüvv-ü cenab, ulüvv-ü himmet bunlardadır. Fazilet ve himmet bunlardadır. Onun
için buraya geldim."
Şeyh Sa'dî bu vakıayı, kısaca hülâsasını Gülistan'ında
yazmıştır. Acaba talebelerin
ﻧَﺼَﺮَ
ﻧَﺼَﺮُﻭﺍ ﻧَﺼَﺮَﺕْ
gibi sarf ve nahvin küçücük mes'eleleri, tekyelerdeki
virdlere racih gelirse.. Risale-i Nur'un
ﺍٓﻣَﻨْﺖُ
ﺑِﺎﻟﻠّٰﻪِ ﻭَ ﻣَﻠٰﺌِﻜَﺘِﻪِ ﻭَ ﻛُﺘُﺒِﻪِ ﻭَ ﺭُﺳُﻠِﻪِ ﻭَﺑِﺎﻟْﻴَﻮْﻡِ ﺍْﻟﺎٓﺧِﺮِ
deki hakaik-ı kudsiye-i imanîyi en
kat'î ve vâzıh bir surette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid
feylesofları susturup ders verirken; onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp veyahut
kanaat etmeyip, tarîkat hevesiyle, Risale-i Nur'dan izin almayarak,
kapanmış hangâhlara girmek ne derece yanlış olduğunu ve bizi bu şefkat tokatına
ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor.
Saidü'n-Nursî
Latif Nükteler – 37
Biz elimizdeki kıymetdar nimet-i İlahiyeyi tam takdir etmediğimizden tokat yediğimize bir delil
şudur ki: En kudsî bir mücahede-i maneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı veraset-i
nübüvvetle velayet-i kübranın feyzine mazhar ve sahabenin sırr-ı meşrebine
medar olan Risale-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i
Kur'aniyemize kanaat etmeyip
Latif Nükteler – 39
.. onu bırakıp, yahut sekteye
uğratıp veyahut kanaat etmeyip
Latif Nükteler – 41
Hey efendiler!
Ben imanın
cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam
yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir
derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane,
rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır.
Çünki sâbıkan isbat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve
Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.
Mektubat – 71
.. yalnız bütün vaktimi ve hayatımı,
hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.
Mektubat – 71
Risale-i Nur talebeleri, iman ve
İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıdlar ve tahdidatlar içinde muvaffak
oluyorlar ve hayatlarını Risale-i Nur'a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i
Nur'u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmişlerdir.
Tarihçe-i Hayat - 700
Dehşetli düşmanlar karşısında,
şiddetli tazyikat altında, müdhiş dalaletler ve savletli bid'alar içinde,
sizler gayet az ve gayet zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır
ve gayet büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye,
sırf bir ihsan-ı İlahî olarak, Cenab-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur.
Lemalar – 399
.. sırf bir ihsan-ı İlahî olarak, Cenab-ı Hak tarafından omuzlarınıza
konulmuştur.
Lemalar – 399
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir
vazife; imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette
çalışmaktır.
Emirdağ-1 – 62
Her şakirdin
vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.
Kastamonu – 202
Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup
musibet altına aldık.
Latif Nükteler - 37
Evet yolculara seyahat için vesika
vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem
o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife
kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her
gün
ﺍَﻟْﻤَﻮْﺕُ ﺣَﻖٌّ
davasını, cenazelerinin mührüyle
imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.
Madem manevî hâcat-ı zaruriyeye
istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda
seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve
saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.
Lemalar – 173
Risale-i Nur bize öğretiyor ve isbat ediyor ki: Bu dünya,
bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine
dikkat gösterdikleri nisbette memnun edilirler. Demek
ki şimdi en esaslı vazifemiz; bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin,
karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden
başlayarak Nur'un dellâllığını yapmaktır.
Asa-yı Musa – 249
İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur'anın hizmetkârları!
Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin
a'zâlarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir
fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet
olan Dârü's-Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i
Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir
kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı
hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Lemalar – 161
Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.
Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye
âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî
ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette
bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat
verecek bir tarzda; yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'an
dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadcı dalaleti
kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin.
Emirdağ-2 – 79
Rıza-yı İlahîden başka fıtrî
vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana
gösterildi.
Emirdağ-2 – 79
.. yalnız ve yalnız imana hizmet
Emirdağ-2 – 79
Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup
musibet altına aldık.
Latif Nükteler – 37
.. yalnız bütün vaktimi ve hayatımı,
hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.
Mektubat – 71
Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]
Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi
hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki
fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir
sebat olmazsa, Risale-i Nur'un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve
tevakkuf başlar.
Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz
ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki
bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes'elelere
bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Mes'elesini
çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes'eleleri, fâni hayatta
zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı
diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri
içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i
Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel,
bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet
dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın
saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder
derecesinde kat'î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.
Elhasıl:
Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı
mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'an ile cidaldeyiz. Onların en
büyük mes'elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes'elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı
için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam
mes'elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin
zararına onların küçük mes'elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet
ﻟﺎَ ﻳَﻀُﺮُّﻛُﻢْ
ﻣَﻦْ ﺿَﻞَّ ﺍِﺫَﺍ ﺍﻫْﺘَﺪَﻳْﺘُﻢْ
ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli
bir düsturu olan
ﺍَﻟﺮَّﺍﺿِﻰ
ﺑِﺎﻟﻀَّﺮَﺭِ ﻟﺎَ ﻳُﻨْﻈَﺮُ ﻟَﻪُ
Yani: "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar
etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle
meşgul olmazsanız." Düsturun manası: "Zarara kendi razı olanın
lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz." Madem bu âyet ve bu düstur
bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men'ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî
vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi'
etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz.
Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i Nur'un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu
heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında bir
boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek
cevab verdi. Kalben "yazık" dedim. Bu
vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim. "Eûzü billahi
mineşşeytani vessiyase" bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan,
geçmiş düstur onlara merhamete liyakatını selbediyor. Cennet adamlar istediği
gibi, Cehennem de adam ister.
(Beşinci Şuâ'ın yine kısmen verdiği haberler tezahür
ediyor.)
Said Nursî
Emirdağ-1 – 43
.. biz de bütün kuvvetimiz ve
merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.
Emirdağ-1 – 44
Dördüncü Mes'ele
Yine Gençlik Rehberi'nde izahı var. Bir zaman bana hizmet
eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce
getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli
gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) {(*): Parantez içindeki not, 1946
senesine aittir.} hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım
mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe
koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul
olmanın zararı mı var?" dediler. Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri
içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed
ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden
ve Küre-i Arz ve nev'-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine
kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi
vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük
ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve
muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük
makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük
dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti
bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını
boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu
harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun
zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevab ise:
Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin
yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve
bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her
adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek.
İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beşerin
yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının
binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle
gördükleri şu ki:
Herkesin iman mukabilinde bu zemin
yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü
kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde
etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını
kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız
birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.
Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse
doldurabilir mi?
İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde
doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî
malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i
Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.
Şualar – 202
Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup
musibet altına aldık.
Latif Nükteler - 37
Ben itiraf ediyorum ki: Hizmet-i Kur'aniyedeki kemal-i ihlas
ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir
tokat yedim. Çünki ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva
olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet
etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur
insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin- mürüvvetkârane bir
surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve
ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur'an-ı
Hakîm'in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî
istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat İNŞÂALLAH
şefkatli bir tokat yedim. Şübhemiz kalmadı ki; bu tokat, o kusura binaen
gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın
hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar
nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da
"Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi kat'î kanaatımız
geldi ki: O hakaik-i Kur'aniye nurdur, ziyadır.
Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların
hakikatlarının meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabani
görünüyor, yabani kalıyordu. Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum ki: Bundan
sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya
tasannu' ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica
ediyorum.
Pür-kusur
Şamlı Hâfız Tevfik
Lemalar – 44
Onun için bu nurların hakikatlarının
meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabani görünüyor, yabani
kalıyordu.
Lemalar - 44
Yirmiyedinci Söz'deki içtihad bahsinde beyan ve isbat
edildiği gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin
en a'lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır
ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve
maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk
mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve
Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numunesi
olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı
ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan
sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime
derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı
ve numunesi olan Habibullah'ın (A.S.M.) a'lâ-yı illiyyîn-i kemalâtındaki
makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı
seciyeleridir.
Meselâ: Nasılki zaman oluyor; medeniyet-i beşeriye
çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insaniye dükkânında, bazı şeylerin verdiği
müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i kàtil gibi
herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar
ve bazı şeylerin ve manevî meta'ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar
eserler, bir tiryak-ı nâfi' ve bir pırlanta gibi, herkesin
nazar-ı rağbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın
almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin
çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i
ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlid
ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i kàtilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve
nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sıdk ve hakka ve imana en nâfi' bir tiryak, en kıymetdar
bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle, onlara
müşteri ve müştak olması zarurîdir.
Halbuki o zamandan sonra, gitgide ve gele gele sıdk ve kizb
ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber
satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i
siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip,
doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi
var ki, sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki
kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden
geçsin. Geçen mes'eleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi
beyan ediyorum. Şöyle ki:
Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika
zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde
ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ
ﺭَﺑِّﻰَ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠٰﻰ
derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla
değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşke bir tek namaza bu
kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra
anladım ki; o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine
yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur'an-ı Hakîm'in envârıyla hasıl olan o
inkılab-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün
tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemalât bütün envârıyla ve
netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve
taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin
tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini
uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir
surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır,
emer.
İşte şu hikmete binaen bütün
hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı imaniye ve
tesbihiyeyi câmi' olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün
manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve
inkılabdan sonra, gitgide letaif uykuya ve havâs o hakaik noktasında gaflete
düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini
ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık
kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir.
İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama,
kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.
Sözler – 489
.. bütün kuvvet ve himmetleriyle, o
tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.
Sözler – 490
.. bütün kuvvetleriyle ve hissiyat
ve letaifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarurîdir.
Sözler – 490
Onun için bu nurların hakikatlarının
meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabani görünüyor, yabani
kalıyordu.
Lemalar – 44
Halbuki o infilâk ve inkılabdan sonra, gitgide letaif uykuya
ve havâs o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi
gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik
havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli,
tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir.
Sözler - 491