Süfyan Komitesinin Tahribatçı Rejim-i Bid'akâranesi
(Hicri; 1417; miladi 1997-1998 yılı. 28 Şubat 1997 darbesi sonrasında, fetullah gülen, genelkurmaya, yapılan müdahalenin çok doğru ve yerinde olduğunu, kendine ait okulları, kendilerine hemen devredebileceğini ifade etti. Sonra hastalığı bahane ederek Abd’ye gitti. Orada bir dizi görüşme ve vaadlerde bulunduktan sonra Vatikan’a gitti. 9 Şubat 1998 yılında ‘dinler arası dialog-uzlaşma zirvesi’nde’ papa II. jean paul’ün elini öptü, ona teslim oldu. Dinler arası dialog ve ılımlı İslamiyet vb dalalet faaliyetleri asıl o tarihten sonra başlamıştır.)
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
Âyetü'l-Kürsî'nin tetimmesi olan
ﻟﺎَٓ ﺍِﻛْﺮَﺍﻩَ ﻓِﻰ ﴿ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻗَﺪْ ﺗَﺒَﻴَّﻦَ ﺍﻟﺮُّﺷْﺪُ﴾ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻐَﻰِّ
bin üçyüz elli (1350);
ﻓَﻤَﻦْ ﻳَﻜْﻔُﺮْ ﺑِﺎﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕِ
bin dokuzyüz yirmidokuz (1929) veya (1928)
ﻭَﻳُﺆْﻣِﻦْ ﺑِﺎﻟﻠّٰﻪِ ﻓَﻘَﺪِ ﺍﺳْﺘَﻤْﺴَﻚَ
dokuzyüz
kırkaltı (946) "Risaletü'n-Nur ismine muvafık";
-eğer beraber olsa-
bin oniki (1012); -eğer beraber olmazsa- dokuzyüz kırkbeş (945) (bir şedde
sayılmaz);
ﻳُﺨْﺮِﺟُﻬُﻢْ ﻣِﻦَ ﴿ﺍﻟﻈُّﻠُﻤَﺎﺕِ﴾ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ
bin üçyüz yetmişiki (1372) -şeddesiz-
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُٓﻭﺍ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺅُﻫُﻢُ ﴿ﺍﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕُ﴾
bin dörtyüz onyedi (1417)
﴿ﻳُﺨْﺮِﺟُﻮﻧَﻬُﻢْ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﺍِﻟَﻰ﴾ ﺍﻟﻈُّﻠُﻤَﺎﺕِ
bin üçyüz otuzsekiz (1338) -şedde sayılmaz-;
ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ ﻫُﻢْ ﻓِﻴﻬَﺎ ﺧَﺎﻟِﺪُﻭﻥَ
bin ikiyüz doksanbeş
(1295) -şedde sayılır- eder.
Risaletü'n-Nur'un
hem iki kerre ismine, hem suret-i mücahedesine, hem tahakkukuna ve te'lif ve
tekemmül zamanına tam tamına tevafukuyla beraber ehl-i küfrün bin ikiyüz
doksanüç (1293) harbiyle âlem-i İslâm'ın nurunu söndürmeye çalışması tarihine
ve Birinci Harb-i Umumî'den istifade ile bin üçyüz otuzsekiz (1338) de bil'fiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli
muahedeler tarihine tam tamına tevafuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat
karşılaştırılması ve bu mücahede-i maneviyede Kur'anın nurundan gelen bir nur,
ehl-i imana bir nokta-i istinad olacağını mana-yı işarî ile haber
veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım
ki; manasının münasebeti bu asrımıza o kadar
kuvvetlidir ki, hiç tevafuk emaresi olmasa da yine bu âyetler her asra baktığı
gibi mana-yı işarî ile bizimle de konuşuyor kanaatım geldi.
Şualar – 270
Sonra baktım ki; manasının münasebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevafuk emaresi olmasa da yine bu
âyetler her asra baktığı gibi mana-yı işarî ile bizimle
de konuşuyor kanaatım
geldi.
Şualar - 271
ﻟﺎَٓ ﺍِﻛْﺮَﺍﻩَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻗَﺪْ
ﺗَﺒَﻴَّﻦَ ﺍﻟﺮُّﺷْﺪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻐَﻰِّ
Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman
küfürden iyice ayrılmıştır. (Bakara Sûresi, 2:256)
ﻓَﻤَﻦْ ﻳَﻜْﻔُﺮْ ﺑِﺎﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕِ
Kim birer mâbud gibi kıymet verilen tâğutları reddederse...
(Bakara Sûresi, 2:256)
ﻭَﻳُﺆْﻣِﻦْ ﺑِﺎﻟﻠّٰﻪِ ﻓَﻘَﺪِ ﺍﺳْﺘَﻤْﺴَﻚَ
Ve kim Allah'a îman ederse, işte o (...)
yapışmıştır. (Bakara Sûresi, 2:256)
dokuzyüz kırkaltı
(946) "Risaletü'n-Nur ismine muvafık"
Şualar - 270
ﺑِﺎﻟْﻌُﺮْﻭَﺓِ ﺍﻟْﻮُﺛْﻘٰﻰ
Sapa sağlam bir kulpa... (Bakara Sûresi, 2:256)
ﻟﺎَ ﺍﻧْﻔِﺼَﺎﻡَ ﻟَﻬَﺎ ﻭَﺍﻟﻠّٰﻪُ
ﺳَﻤِﻴﻊٌ ﻋَﻠِﻴﻢٌ
O kopmaz ve kırılmaz. Allah ise herşeyi hakkıyla
işiten, herşeyi hakkıyla bilendir. (Bakara Sûresi, 2:256)
ﺍَﻟﻠّٰﻪُ ﻭَﻟِﻰُّ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍٰﻣَﻨُﻮﺍ
Allah imân edenlerin dostu ve yardımcısıdır. (Bakara
Sûresi, 2:257)
ﻳُﺨْﺮِﺟُﻬُﻢْ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈُّﻠُﻤَﺎﺕِ
ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ
Onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet
nûruna kavuşturur. (Bakara Sûresi, 2:257)
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُٓﻭﺍ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺅُﻫُﻢُ
ﺍﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕُ
İnkâr edenlerin dostu ise tâğuttur. (Bakara Sûresi,
2:257)
bin dörtyüz onyedi (1417)
Şualar – 270
ﺍﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕُ ; 1417 (miladî;1997)
ﻳُﺨْﺮِﺟُﻮﻧَﻬُﻢْ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﺍِﻟَﻰ
ﺍﻟﻈُّﻠُﻤَﺎﺕِ
Onları imân nûrundan mahrum bırakıp inkâr
karanlıklarına sürüklerler. (Bakara Sûresi, 2:257)
ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ ﻫُﻢْ
ﻓِﻴﻬَﺎ ﺧَﺎﻟِﺪُﻭﻥَ
İşte onlar Cehennem ateşinin ehlidir, orada ebediyen
kalacaklardır. (Bakara Sûresi, 2:257)
Ayet-Hadis – 511
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُٓﻭﺍ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺅُﻫُﻢُ ﴿ﺍﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕُ﴾
bin dörtyüz onyedi
(1417)
Şualar – 270
(Süfyaniyetin dehşetli bir devresine, icraatına ve kararlarına işaret ediyor.)
Evet ﺍِﻥَّ ﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ﻟَﻴَﻄْﻐٰﻰ bu
tağuta bakar ve baktırır.
Şualar – 272
Evet hürriyetçilerin
ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik
göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti
gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene
sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i
diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.
Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'anın hizmetinde
emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini
dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette
Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük
bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o
zamanın insanlarını düşünüyoruz.
Emirdağ-1 – 21
(Üstad Hazretleri bu mektubu 1946 veya 1947 yılında Emirdağ’da
yazmış. Elli sene sonra 1997;)
şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin
nesl-i âtisi, seciye-i
diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.
Bin
seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'anın hizmetinde
emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini
dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette
Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük
bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o
zamanın insanlarını düşünüyoruz.
Emirdağ-1 – 21
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُٓﻭﺍ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺅُﻫُﻢُ ﴿ﺍﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕُ﴾
bin dörtyüz onyedi (1417)
Şualar – 270
(1417, milâdi 1997, süfyaniyetin dehşetli bir devresine, icraatına ve kararlarına işaret ediyor.)
Evet altıyüz sene,
belki Abbasiler zamanından beri yani bin seneden beri Kur'an-ı Hakîm'in bir
bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan
evlâdlarını, İslâmiyet'ten uzaklaştırmak ve mahrum
bırakmak için, müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve
bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vakıa cüz'î değil, küllî ve umumî idi.
Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar masumların, talebelerin iman
ve itikadlarına, dünyevî ve uhrevî felâketlerine taalluk eden çok geniş ve
şümullü bir hâdise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî
hayatlarıyla alâkadardı.
O zaman ve o
senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur'anın
bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş bulunan
kahraman
bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur'an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve
tahribler yapılıyor...
Tarihçe-i Hayat –
154
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet,-bu asır cemaat zamanı
olduğu cihetiyle- cem'iyet ve komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı manevî ve bir
ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi
bozuyor.
Ve avamın
taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve
hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.
Kastamonu – 55
(fetullah gülen ve talebeleri:
- Esasat-ı İslamiyeyi tahrip etmiştir.
- Ezanı tahfif ve tahrif ederek, Risalet-i Muhammediyyeyi niza olarak görerek ezan-ı Muhammedî'den kaldırmıştır.
- 15 Temmuz 2016 darbesi ile masum insanları katletmiş, devletimizi yıkmaya ve vatanımızı dış güçlere satmaya kalkışmıştır.
- Ehl-i kitap kavramını tahfif ve tahrif ederek, din-i hak kavramını bozmuştur.
- Başörtüsünü tahfif ve tahrif edip ve mü'minelerin başlarını açmalarını teşvik etmiştir.
- Zinayı, içkiyi ve Müslümanlığın yasakladığı her şeyi bazı makamlarda tutunmak maksat ve amacıyla mubah görmüş ve teşvik etmiştir.
- Yalanı meşrûlaştırmış ve meslek haline getirmiştir.
- İnsanların gizli durumlarını araştırarak, mahremiyetlerini şantaj malzemesi olarak kullanmıştır.
- Müslümanlar arasına tefrika, niza ve fitne sokmuş, bu menfilikleri sürekli olarak yenilemiştir.
- Zekâtın ruhunu tahrip etmiştir.
- Kur'ân'ın bu asırda bir kal'ası hükmünde olan Risale-i Nur'ları menhus amaçları önünde bir engel görerek tahrip ve tahrif etmek istemiş, sadeleştirme adı altında Risale-i Nur'un Kur'ân'ın malı olan mânâlarına hücum etmiştir.
- M. Kamâl'i hararetle savunmuş ve onun şahs-ı manevîsinde temsil ettiği Süfyanizmi örtbas etmeye ve Kamalizmi yeniden ihya etmeye çalışmıştır.
Ve daha yüzlerce dalâlet, fesad ve ifsadat-ı azîme....)
Sedd-i Zülkarneyn'in
tahribiyle, Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'anînin
tezelzülüyle Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta
zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Kastamonu – 149
Bu asırda
din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak
plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır.
Hususan bu
yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit
maskeler altında imanın erkânına yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuştur,
çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.
Halbuki
imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin
teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır.
Sözler – 749
(“Dinler arası dialog”, “ılımlı İslamiyet”, “hizmet” vb maskeler altında;)
Hususan bu yirmibeş
sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane
ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına
yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik
edilmiştir.
Sözler – 749
İşte bu
sadâlara karşı vesvese-i medeniyet olan senin medeniyetçi sözlerin,
sivrisineğin vızıltısı kadar da olmuyor.
Öyle ise
ihtiyarıyla Kur'an'ın tılsım ve ilâçlarını terkedip senin ile dalalet yoluna
gidecek, ancak senin gibi bir sarhoş lâzım ki; ya heves-i nefsî veya hırs-ı
şöhret veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya derd-i maişet veya
kin ve intikam veya gurur gibi bir müskiratla o derece sarhoş olmalı ki;
herşeye kendini muktedir ve mâlik bilsin ve herşey benimdir desin ve kendini
lâyemut tahayyül etsin.
Nurun İlk Kapısı –
147
Şu
dalalet-âlûd ve sefahet-perver medeniyetin şakirdleri ve idlâl edici sakîm
felsefenin talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer'unlukla sarhoş
olmuşlar.
Sonra
gelip, desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i
İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir
iş'ar vardır.
Nurun İlk Kapısı –
26
Yalnız burada desiselerinden ve istimal ettikleri bir kısım silâhlarına
işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ben kendim
mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı
mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat'iyyen
anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve
alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine
ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı
nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır
madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ve şeref
namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca
tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.
Ve o
misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler.
Fakat ﻭَﺍﻟْﻌَﺎﻗِﺒَﺔُ
ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ sırrıyla,
ﺍَﻟْﺤَﻖُّ ﻳَﻌْﻠُﻮ ﻭَﻟﺎَ ﻳُﻌْﻠٰﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ düsturuyla:
Onların o
muvakkat galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla
beraber, Cehennem'i kendilerine ve Cennet'i ehl-i hakka kazandırmalarına
sebebdir.
Lemalar – 85
Sonra o halde
ﺍِﻫْﺪِﻧَﺎ ﺍﻟﺼِّﺮَﺍﻁَ ﺍﻟْﻤُﺴْﺘَﻘِﻴﻢَ ٭ ﺻِﺮَﺍﻁَ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻧْﻌَﻤْﺖَ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ
dediğim vakit,
baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak
enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir
cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek
için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor.
Birden,
fesübhanallah dedim.
Zulümat-ı
istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya
iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan
bilmesi lâzım.
Acaba
bid'aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir,
hangi yoldan gidebilir?
Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:
ﻛُﻞُّ ﺑِﺪْﻋَﺔٍ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٌ ﻭَﻛُﻞُّ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٍ ﻓِﻰ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ
Acaba bu
ferman-ı kat'îye karşı ulemaü's-sû' tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi
maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir
surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil
görüyorlar?
Mektubat – 395
ﻛُﻞُّ ﺑِﺪْﻋَﺔٍ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٌ ﻭَﻛُﻞُّ
ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٍ ﻓِﻰ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ
“Her bid'at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem
ateşindedir.” (Müslim)
Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
ﻛُﻞُّ ﺑِﺪْﻋَﺔٍ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٌ ﻭَﻛُﻞُّ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٍ ﻓِﻰ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ
Yani
ﺍَﻟْﻴَﻮْﻡَ ﺍَﻛْﻤَﻠْﺖُ ﻟَﻜُﻢْ ﺩِﻳﻨَﻜُﻢْ
sırrı ile:
Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniye, tamam ve kemalini
bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ,
nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek, dalalettir, ateştir.
Lemalar – 53
"Zaruriyat-ı
Diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen
düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad
olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; ﻳَﻤْﺮُﻗُﻮﻥَ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻛَﻤَﺎ ﻳَﻤْﺮُﻕُ ﺍﻟﺴَّﻬْﻢُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻘَﻮْﺱِ kaidesine dâhil oluyor.
Mektubat – 435
ﻳَﻤْﺮُﻗُﻮﻥَ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻛَﻤَﺎ
ﻳَﻤْﺮُﻕُ ﺍﻟﺴَّﻬْﻢُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻘَﻮْﺱِ
“Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar.”
(Buharî) (Ebced değeri; 1417)
Onları
tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;
Mektubat - 436
Hem mektubunuzda "yedi kebair"i soruyorsunuz. Kebair çoktur,
fakat ekberü'l-kebair ve mubikat-ı seb'a tabir edilen günahlar yedidir:
"Katl, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat'-ı sıla-yı rahm), kumar,
yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara
tarafdar olmak"tır.
Barla – 335
(bid'akârane işlerde bulunan f. gülen ve talebelerinin
vaziyetleri;)
Eğer o
adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün
geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i
nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane,
bid'akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i
imanın nazarında en alçak mevkie düşer.
ﺍِﺗَّﻘُﻮﺍ ﻓِﺮَﺍﺳَﺔَ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻦِ ﻓَﺎِﻧَّﻪُ ﻳَﻨْﻈُﺮُ ﺑِﻨُﻮﺭِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ sırrına göre;
ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle
hodfüruş adamları görse; soğuk görür, manen nefret eder.
İşte
hubb-u câha meftun ve şöhretperestliğe mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir
cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve
hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır.
ﺍَﻟْﺎَﺧِﻠﺎَّٓﺀُ ﻳَﻮْﻣَﺌِﺬٍ ﺑَﻌْﻀُﻬُﻢْ ﻟِﺒَﻌْﺾٍ ﻋَﺪُﻭٌّ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ sırrına
göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düşman bazı yalancı dostları
bulur.
Mektubat – 414
Âlem-i küfür bütün
vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i
İslâm'a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i
İslâm'a dinen galebe edemedi.
Ve dâhilî
bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde
mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle
muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habîsesinden
süzülen bircereyan-ı bid'akârane sinesinde yer tutamaz.
Demek
âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek; İslâmiyet'in desatirine
inkıyad ile olabilir, başka olamaz.
Hem
olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.
Tarihçe-i Hayat –
140
Risale-i
Nur'un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe
ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu
asırda bir mu'cize-i maneviye-i Kur'aniye olduğunu isbat eder.
O dairenin
haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz'î ve yalnız şahsî hizmet;
veya mağlubane perde altında veya bid'alara müsamaha suretinde veya tevilat ile
bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat
vermiş.
Emirdağ-1 – 63
Çok zaman evvel bir
ehl-i velayetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybî işaretlerinden
istihraç etmiş ve kanaatı gelmiş ki: "Şark
tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümatını dağıtacak."
Mektubat – 370
Hazret-i
Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i
bid'akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i
İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi
(A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin
mu'cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.
Mektubat – 441
Süfyan
komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akâranesini tamir edecek
Mektubat - 441
Evet bu asra öyle
bir Kur'an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve
mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri
uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur'an
yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyeye ve İslâmiyetin
şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i
Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini
uyandırsın.
İşte Risale-i Nur'un
böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur'an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır
ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir.
Sözler – 766
Bugünlerde, manevî
bir muhaverede bir SUAL ve CEVABI dinledim. Size, bir hülâsasını beyan edeyim:
Biri dedi: Risale-i
Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe
çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler:
"Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir
küçük haneyi tamir etmiyor.
Belki
küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları
bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor.
Ve yalnız
hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri
tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi
ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan
İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz
tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve
imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.
Elbette
böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn
derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde
mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı
Mu'cizü'l-Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle
beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır."
diye uzun bir
mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa
kesiyorum.
Said Nursî
Şualar – 179
Bedîüzzaman ne
lisan-ı halinde, ne lisan-ı kàlinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler
çektiği ve i'damlarla tehdid edildiği halde en küçük bir değişiklik bile
yapmamıştır. Bilakis "Ecel birdir, tagayyür etmez... Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve
âlem-i nura gitmek için bir terhistir." deyip mücadeleye atılmış; bid'aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza
eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz seneden beri
neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadet'in bir cilvesini yaşatmıştır. Bir
Sünnet-i Seniyeye muhalif hareket etmemek için, işkenceli bir inzivayı ihtiyar
etmiştir. Otuz seneden beri milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir
istibdad-ı mutlak, Bedîüzzaman'ı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına
alamamış, bilakis zalim müstebidler ona mağlub olmuşlardır.
Tarihçe-i Hayat - 694