Mir'at-ı Muhammed'den Allah Görünür DAİM, Cemal-i ZÂT, Cemal-i Esma, Cemal-i San'at, Cemal-i Masnuat Dahi, O Âyine-i Ahmediyede GÖRÜLÜR, GÖSTERİLİR
Âyinedir bu âlem,
her şey Hak ile kaim
Mir'at-ı
Muhammed'den Allah görünür daim.
Barla - 67
Şu sırr-ı gamızın
esası akrebiyet-i İlahiyenin inkişafıdır.
Meselâ: Güneş
bize yakındır; çünki ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir.
Fakat biz ondan uzağız.
Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıta ile onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebetdar oluruz.
Mektubat – 51
… ziyası,
harareti, heyeti ne olduğunu
bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp
münasebetdar oluruz.
Mektubat – 51
(Ziyası nedir?)
İşte rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Alel-ıtlak'ın ve Sultan-ı
Sermedî'nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili
bir abd vaziyetini verir.
Fakat nasıl sen Güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın; hiçbir cihetle
yanaşamıyorsun.
Fakat Güneşin
ziyası Güneşin aksini, cilvesini senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir.
Öyle de: O Zât-ı Akdes'e ve o Şems-i Ezel ve Ebed'e biz çendan nihayetsiz
uzağız, yanaşamayız.
Fakat
onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.
İşte ey
insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor.
O
hazineyi bulmasının çaresi:
Rahmetin
en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı
olan ve Rahmeten-lil-Âlemîn unvanıyla Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnetidir ve tebaiyetidir.
Sözler – 14
(Güneşin ziyasının misali ve mümessili;)
O
hazineyi bulmasının çaresi:
Rahmetin
en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı
olan ve Rahmeten-lil-Âlemîn unvanıyla Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnetidir ve tebaiyetidir.
Sözler – 15
Ve keza
ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, uluhiyet de tezahürsüz olamaz.
Tezahürü
ise, irsal-i rusül ile olur.
Ve keza
hadd-i kemale baliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi,
gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.
Ve keza kemal-i cemale baliğ olan kemal-i hüsn-ü san'at, resullerin
delaletiyle olur.
Ve keza rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn
resullerin vahdet-i İlahiyeyi halka ilân etmeleri ile mümkün olur.
Mesnevi-i Nuriye – 37
Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan
herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket
eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem'dir
(Aleyhissalâtü Vesselâm).
Evet
şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni'ine böyle bir Resul-i
Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki nasıl Güneş, ziya
vermeksizin mümkün değildir.
Öyle de
uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve
tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine
enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
Sözler – 61
(Ziyanın vazifesi nedir;)
İşte
ziyanın parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı
İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve ilân etmektir.
Demek
bir Sâni'-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor.
Sözler - 670
Hem meselâ:
ﻟَﻮْﻟﺎَﻙَ
ﻟَﻮْﻟﺎَﻙَ ﻟَﻤَﺎ ﺧَﻠَﻘْﺖُ ﺍﻟْﺎَﻓْﻠﺎَﻙَ
beyanında "Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâm'a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata raci'dir."
fıkrası, ta'dile muhtaçtır.
Çünki
küllî hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
hem
hayatın hayatı,
hem
kâinatın hayatı,
hem
İsm-i A'zam'ın tecelli-i a'zamının mazharı ve
bütün
zîruhların nuru ve
kâinatın
çekirdek-i aslîsi ve
gaye-i
hilkati ve
meyve-i
ekmeli olmasından,
o hitab
doğrudan doğruya ona bakar.
Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.
Emirdağ-1 – 175
(Küllî hakikat-i Muhammediye (A.S.M.), bizim hayatımızın hayatı;)
.. ziyası,
harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve
yakınımızda onu tanıyıp münasebetdar oluruz.
Mektubat – 51
hem
hayatın hayatı,
hem
kâinatın hayatı,
Emirdağ-1 – 176
ﻭَ ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪَّﺍﺭَ ﺍْﻟﺎٰﺧِﺮَﺓَ ﻟَﻬِﻰَ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮَﺍﻥُ
{(*): Hayat-ı
hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir
zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.}
Küremiz hayvana
benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi
hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek
mi?
Hayatı varsa ruhu da
vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece
hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki a'zâ, ecza, zerrat
izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid,
mükemmel âsârı gösteriyor.
Acaba âlem insan
kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir
hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?... Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder.
Kesretin
mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Kudret-i
ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum
zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan
kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve
icad etmiştir.
Nasılki zerratta
reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da
kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş'et eden bir istihale-i latîfesidir.
Kezalik
kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı
umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i
ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir.
O mebde-i ruh
dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye
tesmiye ederler.
İşte ehl-i
istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas
etmeleridir.
Sünuhat – 10
Kesretin
mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Sünuhat – 10
İşte şu kâinata
nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve
şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i
hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar
yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
Sâni'-i
Zülcelal'in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a'zamda
da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm'dir.
Öyle
ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.
Hem öyle bir
çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını
câmi' olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i
aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Madem şu şecere-i kâinattan daha
evvel, o nev'den başka şecere yok.
Öyle ise ona
menşe' ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette
yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin
muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz.
Madem evvel-i
fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir. Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan
isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı
dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine
hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle
kendine baktıran meyve ise:
Zât-ı
Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.
Elbette
kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir
bir meyve suretinde görünecektir.
Ey
müstemi'!. Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz'î mahiyetinden
halkolunmasını istib'ad etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını,
buğday tanesi kadar bir çekirdekten halkeden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı "Nur-u
Muhammedî"den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl halketmesin veya edemesin?
Sözler – 579
Âyinedir bu âlem,
her şey Hak ile kaim
Mir'at-ı
Muhammed'den Allah görünür daim.
Barla - 67
(Hayatımıza ve kâinata, O’nu (Aleyhissalâtü Vesselâm) seyretmek için bakmak; O Zât'a (Aleyhissalâtü Vesselâm) ise Cenab-ı Hakk’ı seyretmek için bakmak;)
Senin ikinci sualin olan, mana-yı ismî ile mana-yı harfînin bahsi ise;
ilm-i nahvin umum kitabları başlarında o mes'ele izah edildiği gibi, ilm-i
hakikatın Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde temsilatla kâfi beyanat
vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zâta karşı, fazla izahat fazla oluyor.
Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden
görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir.
Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli
Re'fet'i kasden görürsün.
ﻓَﺘَﺒَﺎﺭَﻙَ
ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﺍَﺣْﺴَﻦُ ﺍﻟْﺨَﺎﻟِﻘِﻴﻦَ
dersin. Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir.
İşte birinci surette âyine şişesi mana-yı ismîdir. Re'fet mana-yı harfî
oluyor. İkinci surette âyine şişesi mana-yı harfîdir, yani kendi için ona
bakılmıyor, başka mana için bakılır ki akistir. Akis mana-yı ismîdir.
Yani
ﺩَﻝَّ
ﻋَﻠٰﻰ ﻣَﻌْﻨًﻰ ﻓِﻰ ﻧَﻔْﺴِﻪِ
olan tarif-i isme bir cihette dâhildir.
Ve âyine ise
ﺩَﻝَّ
ﻋَﻠٰﻰ ﻣَﻌْﻨًﻰ ﻓِﻰ ﻏَﻴْﺮِﻩِ
olan harfin tarifine mâsadak olur.
Kâinat
nazar-ı Kur'anî ile, bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının
manasını ifade ediyorlar.
Yani esmasını,
sıfâtını bildiriyorlar.
Ruhsuz
felsefe ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor.
Barla – 348
Elbette
kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir
bir meyve suretinde görünecektir.
Sözler – 579
(Herşey O’nun (Aleyhissalâtü Vesselâm) nurundan yaratıldığı için, O’nu da ifade eder;)
Kâinat
nazar-ı Kur'anî ile, bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının
manasını ifade ediyorlar.
Barla – 348
Kezalik
kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı
umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır.
Sünuhat – 10
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, "peygamberlere iman" rüknüne bakıp
remzen isbat eder.
Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u
Ezelî'nin bir cilve-i a'zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir.
Madem
hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle
kendini gösterir.
Evet
eğer kitablar ve peygamberler olmaz ise, o hayat-ı ezeliye bilinmez.
Nasılki bir adamın söylemesiyle diri ve hayatdar olduğu anlaşılır. Öyle
de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan,
emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek
peygamberler ve nâzil olan kitablardır.
Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir surette Hayy-ı Ezelî'nin vücub-u
vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyenin şuâatı, celevatı,
münasebatı olan "irsal-i rusül ve inzal-i kütüb" rükünlerine bakar,
remzen isbat eder ve bilhâssa
risalet-i Muhammediye ve vahy-i Kur'anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde
olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his
dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve akıl dahi, şuurdan ve histen
süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri
ve sabit ve müstakil zâtıdır.
Öyle
de, maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u
kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi
kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır.
Belki
maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı
kâinatın hayatıdır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur
ve nurudur.
Ve
vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur
ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet,
evet, evet!.. Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) nuru çıksa,
gitse, kâinat vefat edecek.
Eğer
Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek.
Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti
koparacak.
Sözler - 109
Öyle
de,
maddî
ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan
süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın
his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır.
Belki
maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı
kâinatın hayatıdır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur
ve nurudur.
Sözler – 109
(O hayatın tezâhürü;)
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin
itibariyle küçük, âciz, zaîf bir cüzsün. Lâkin Sâni'-i Hakîm lütfuyla, latîf
san'atıyla seni cüzlükten küllüğe çıkartmıştır.
Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet
üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza
insaniyet i'tasıyla bilkuvve "küll" hükmündesin. Ve keza iman ve
İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve "küllî" olmuşsun. Ve keza marifet ve
muhabbetin in'amıyla muhit bir nur olmuşsun.
Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen, âciz, zelil bir cüz'î
olursun.
Eğer cihazatını insaniyet-i
kübra denilen İslâmiyet hesabına sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun.
Mesnevi-i Nuriye – 215
ziyası,
harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve
yakınımızda onu tanıyıp münasebetdar oluruz.
Mektubat – 51
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Şu
gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî
(A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
Eğer o
âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem
semeresi olur.
Eğer
dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur.
Eğer
büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.
Eğer
pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun
andelibi olur.
Eğer
pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezel'in makarr-ı
saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o
yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün
insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları
ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâni'ine iman etmek üzere
cazibedar, hayret-efza davet ediyor.
Mesnevi-i Nuriye – 116
Nur-u
Muhammediye'den (A.S.M.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o
nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir.
Bu safhayı delaletiyle teyid eden
ﺍَﻭَّﻝُ ﻣَﺎ ﺧَﻠَﻖَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻧُﻮﺭِﻯ
olan hadîs-i şerifidir.
Mesnevi-i Nuriye – 121
ﺍَﻭَّﻝُ ﻣَﺎ ﺧَﻠَﻖَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻧُﻮﺭِﻯ
“Cenâb-ı Hak herşeyden evvel benim nurumu yarattı.”
İşte şu
sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve
kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür.
Birbirisine
mani olmaz.
Sözler - 194
Nasılki
Nur-u Muhammedî ve hakikat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı
nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir.
Bütün
Enbiya, onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun
muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (A.S.M.) cebhe-i
Âdem'den tâ Zât-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal
ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.
Hem
mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi'rac'da kat'î bir surette isbat edildiği
gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel
meyvesi olmuş.
Barla - 324
İşte şu
sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve
kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür.
Birbirisine
mani olmaz.
Sözler - 194
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gayet
manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir
cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde
bir san'at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer manalar,
hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev'-i insan içinde
elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda
bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin
vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin
zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet
ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san'atını, cemal-i esmasını
bildirecek, âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek
ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o
geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip, berr
ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz'ı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve
takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san'atların Sâni'ine çevirecek.. ve kudsî
dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir
Kur'an-ı Azîmüşşan'la, o Sâni'-i Hakem-i Hakîm'in makasıd-ı İlahiyesini en
güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı
cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zât, Güneş'in vücudu gibi bu kâinata
lâzımdır, zarurîdir.
Ve öyle
eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.
Öyle
ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler,
risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.
Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilve-i a'zamı ile, a'zamî derecede
risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de esma-i hüsnadan Allah, Rahman,
Rahîm, Vedud, Mün'im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta
görünen bir cilve-i a'zamla, a'zamî derecede ve mertebe-i kat'iyyette risalet-i
Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Meselâ:
İsm-i Rahman'ın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür
eder.
Ve
İsm-i Vedud'un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i
Rabbü'l-Âlemîn ile netice verir, mukabele görür.
Ve
İsm-i Cemil'in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zât, cemal-i esma,
cemal-i san'at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Ve haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı
saltanat-ı rububiyet olan Zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür,
anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkeza...
Bu
misaller gibi ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak
bürhandır.
Elhasıl:
Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri,
zînetleri, ışıkları, ziyaları, sıfatları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan
hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam, mizan, zînet gibi meşhud hakikatlar,
hiçbir cihetle inkâr edilmez.
Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o
sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı
Vâcibü'l-Vücud, Hakîm, Kerim, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle
inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz.
Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan
rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a'zam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı
ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaleti hiçbir
cihetle inkâr edilmez.
Âlem-i
hakikatın ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en
parlak bir ziyasıdır.
ﻋَﻠَﻴْﻪِ
ﻭَﻋَﻠٰٓﻰ ﺍٰﻟِﻪِ ﻭَﺻَﺤْﺒِﻪِ ﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﻋَﺎﺷِﺮَﺍﺕِ ﺍﻟْﺎَﻳَّﺎﻡِ
ﻭَﺫَﺭَّﺍﺕِ ﺍﻟْﺎَﻧَﺎﻡِ
ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ
ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ
Lemalar – 316
(Ziyanın vazifesi nedir;)
İşte
ziyanın parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı
İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve ilân etmektir.
Demek
bir Sâni'-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor.
Sözler – 670
Ve
İsm-i Cemil'in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zât, cemal-i esma,
cemal-i san'at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Lemalar – 317
Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan
rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a'zam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı
ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaleti hiçbir
cihetle inkâr edilmez.
Âlem-i
hakikatın ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en
parlak bir ziyasıdır.
Lemalar – 317
(Cenab-ı Hak, Üstad hazretlerine, tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) müşahede etmeyi nasib etmiş;)
"Bu da güzeldir"
ﺍَﻟْﻒُ
ﺍَﻟْﻒِ ﺻَﻠﺎَﺓٍ ﻭَ ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺳَﻠﺎَﻡٍ ﻋَﻠَﻴْﻚَ ﻳَﺎ ﺭَﺳُﻮﻝَ ﺍﻟﻠّٰﻪِ
cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latîf bir nükteyi
uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev'inden bir iki
cümlesini söyleyeceğim.
Gördüm ki: Gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı
namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i
insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil
gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede
küçüldüler.
Yalnız
o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i
maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hayalen müşahede ettim.
Bir
adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zâtlara selâm ettiği gibi,
"Binler selâm
{(Haşiye): Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî
zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir.
Acaba, dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî
bir haneye birisi girse; ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder; ve birden o
haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda
görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerim'ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip
tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz.
Zât-ı Risaletteki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz!}
sana Ya
Resulallah!" demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün
ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini
kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan
selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur
mahlukları olan umum cinn ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir
selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim.
Hem o
getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu
dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine
şâkirane bir mukabele nev'inden "Binler salavat sana insin!" dedim.
Lemalar – 271
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Nebiyy-i Zîşan'ın (A.S.M.) Makam-ı Mahmud'u İlahî bir maide ve Rabbanî
bir sofra hükmündedir.
Evet
tevzi' edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor.
Resul-i Zîşan'a (A.S.M.) okunan salavat-ı şerife, o sofraya edilen davete
icabettir.
Ve keza salavat-ı şerifeyi getiren adam Zât-ı Peygamberîyi (A.S.M.) bir
sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taalluk ettiğini düşünsün ki,
tekrar be tekrar salavat getirmeye müşevviki olsun.
Mesnevi-i Nuriye – 88
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Kur'anın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi, bu kitab-ı âlemin de bir
kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor.
Meselâ:
Maddiyat âlemi Cenab-ı Hakk'ın envâr-ı nimetini cezbetmek için hakikî bir
ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i maneviyat dahi rahmet-i İlahiyenin
ziyalarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır.
Binaenaleyh
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvveti, şemsin kat'iyyet ve vuzuhu derecesinde kat'î
ve vâzıhtır.
Mesnevi-i Nuriye – 139
Evet
Kur'anda Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine
almakla "Lâ ilahe illallah" rüknüne denk tutulan "Muhammedürresulullah"
ve risalet-i Muhammediye kâinatın en büyük hakikatı ve Zât-ı Ahmediye, bütün
mahlukatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i
maneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu
hârika makama liyakatına pekçok hüccetleri ve emareleri, kat'î bir surette Risale-i
Nur'da isbat edilmiş.
Şualar – 251
Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedî uluhiyetine ve
nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu
kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beşerin üstad-ı ekberi
ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve
ﻟَﻮْﻟﺎَﻙَ
ﻟَﻮْﻟﺎَﻙَ ﻟَﻤَﺎ ﺧَﻠَﻘْﺖُ ﺍﻟْﺎَﻓْﻠﺎَﻙَ
hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem
neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemalâtı ve
sermedî bir Cemil-i Zülcelal'in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve
hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektubları olması ve bâki
bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve
âhireti netice vermesi gibi hakikatları, hakikat-i Muhammediye (A.S.M.) ve
Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat onun
risaletine gayet kuvvetli ve kat'î şehadet eder;
Şualar – 621
Hem o
getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu
dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye,
Lemalar – 271
(Getirdiği nur ile;)
DÖRDÜNCÜ REŞHA:
Bak!
Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki: Eğer onun o nurani daire-i
hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini
bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve
camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle
ağlayan yetimler hükmünde görürsün.
Şimdi bak: Onun
neşrettiği nur ile o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir
zikirhaneye inkılab etti. O ecnebi, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş
şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer musahhar
hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer
tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi.
BEŞİNCİ REŞHA:
Hem o
nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat manasızlıktan ve
abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer
sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir
kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar. Hem insanı bütün hayvanatın
madûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan
daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile
nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O
nurlanmış acz, fakr, akıl ile niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar
bir halife-i zemin olur.
Demek o
nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner.
Evet
elbette böyle bedî' bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır.
Yoksa
kâinat ve eflâk olmamalıdır.
Sözler – 236
(Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner;)
Nev'-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler
(Aleyhimüsselâm) bil'icma' beraber "Lâ ilahe illâ Hû" deyip
zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu'cizatlarının kuvvetiyle,
tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları
iman-ı billaha davet ile ders veriyorlar gördü.
Şualar – 118
(İnsanları onun dinine, şeriatına, İslâmiyetteki hakikatlarına muhtaç yapması;)
Evet bu kâinatta, gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatı içinde adalet ve
hikmet ile ve rahmet ve inayet ve himayet ile her zaman iyileri himaye ve
fenaları ve yalancıları tokatlamak, rububiyetinin bir âdeti olmasından, ef'al-i
Rahmaniyet muktezasıyla bir Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ı Muhammed'in (A.S.M.) eline vermesi ve bine
yakın mu'cizelerin pekçok enva'ını ona vermesi ve bütün hâlâtında ve en
tehlikeli vaziyetlerinde şefkatkârane himaye ve hattâ güvercin ve örümcekle
muhafaza etmesi ve büyük vazifelerinde onu tam muvaffak etmesi ve dinini bütün
hakikatlarıyla idamesi ve İslâmiyetini zeminin ve nev'-i beşerin başına
geçirmesi ve bütün mahlukat üstünde bir makam-ı şeref ve meşahir-i insaniyenin
fevkinde daimî bir rütbe-i makbuliyet ve dost ve düşmanının ittifakıyla en
yüksek hasletleri taşıyan bir şahsiyeti vermekle, beşerin beşten birisini ona
ümmet etmesi gayet kat'î bir tarzda sadıkıyetine ve risaletine şehadet ettiği
gibi, ef'al-i rububiyet cihetinde dahi görüyoruz ki; bu âlemin mutasarrıfı ve müdebbiri,
Muhammed'in (A.S.M.) risaletini bu kâinata bir manevî güneş yapıp, -Nur
Risalelerinde isbat edildiği gibi- onun ile bütün karanlıkları izale ve nurani
hakikatlarını gösterip ve bütün zîşuuru, belki kâinatı hayat-ı bâkiye
müjdesiyle sevindirdiği gibi; dinini dahi bütün makbul ehl-i ibadetin
fihriste-i kemalâtı ve harekât-ı ubudiyette sağlam bir program yapması gibi
Muhammed'in (A.S.M.) şahsiyet-i maneviyesi olan hakikatını, Kur'anın ve Cevşen'in delaletiyle
tecelliyat-ı uluhiyetine bir âyine-i câmia yapması ve sâbıkan
işaret ettiğimiz hakikatların ve ondört asırda her gün ümmetinin bütün
hasenatlarının bir mislini kazanmasının ve hayat-ı içtimaiye ve maneviye ve
beşeriyedeki âsârının delaletiyle, nev'-i beşere en yüksek reis ve mukteda ve
üstad yapması; ve
onu büyük ve kudsî vazifelerle beşerin imdadına gönderip rahmet, hikmet,
adalet, gıda, hava, mâ, ziya derecesinde insanları onun dinine, şeriatına,
İslâmiyetteki hakikatlarına muhtaç
{(Haşiye): Ben bu ihtiyarlığım ve perişaniyetim içinde, Zât-ı Muhammediye'nin (A.S.M.)
getirdiği erzak-ı maneviyenin milyondan birisini hissettim. Elimden gelse
idi, milyonlar lisanla salavatlarla ona teşekkür edecektim.
Şöyle ki: Ben firaktan, zevalden çok inciniyorum. Halbuki sevdiğim dünya
ve dünyeviyeler, müfarakatla beni bırakıp gidiyorlar. Ben de gideceğimi
biliyorum. Bu pek elîm ve canhıraş me'yusiyete karşı, birden saadet-i ebediye
ve hayat-ı bâkiye müjdesini Zât-ı Ahmediye'den (A.S.M.) işitmekle kurtuluyorum
ve tam teselli buluyorum. Hattâ teşehhüdde
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ
ﻋَﻠَﻴْﻚَ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺒِﻰُّ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ
dediğimde ona hem biat, hem memuriyetine teslim ve itaat, hem vazifesini
tebrik, hem bir nevi teşekkür ve saadet-i ebediye müjdesine bir mukabeledir ki;
Müslümanlar her gün beş defa bu selâmı yaparlar.}
yapması ile oniki
küllî ve kat'î hüccetlerle risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) kudsî şehadet ettiği halde,
acaba hiç mümkün müdür ki;
sinek kanadının ve bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bu kâinat
sahibinin bu derece
küllî ve geniş şehadetlerine mazhar olan risalet-i Muhammediye (A.S.M.),
kâinatın manevî bir güneşi olmasın.
İşte bu onbeş küllî şehadetler, herbiri pekçok şehadetleri, hattâ
"Üçüncü Şehadet" mu'cizat lisanıyla bin şehadeti ihtiva edip öyle bir
kat'iyyetle ve kuvvetle "Eşhedü Enne Muhammederresulullah" olan
davayı isbat ve tahakkukunu ve kıymetini ve ehemmiyetini ilân etmiş ki; her gün
beş defa âlem-i İslâm, yüzer milyon lisanlar ile teşehhüdde o davayı kâinata
ilân ettiği gibi; o
davanın esası olan hakikat-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatın çekirdek-i aslîsi,
bir sebeb-i hilkati ve en mükemmel meyvesi olduğunu milyarlar ehl-i iman
tereddüdsüz tasdik ederek kabul etmişler.
Şualar – 632
Hem o
getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu
dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye,
Lemalar – 271
Zât-ı Muhammediye'nin
(A.S.M.) getirdiği erzak-ı maneviyenin milyondan birisini hissettim.
Şualar – 632
İşte
ziyanın parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı
İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve ilân etmektir.
Demek
bir Sâni'-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor.
Sözler - 670
(O’nun (A.S.M) teşhir ve ilânıyla;)
O Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) ubudiyeti cihetiyle -halktan Hakk'a teveccühü
hasebiyle- rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle -Hak'tan halka
elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cinn ve ins adedince selâma lâyık
ve cinn ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz.
Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten herbirinin namına bir
salâta lâyıktır.
Çünki
getirdiği nur ile herbir şeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kıymeti
tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve herbir
masnu'daki makasıd-ı İlahiye tecelli eder.
Onun için herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kàli de olsaydı,
"Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah" diyecekleri kat'î
olduğundan biz umum onların namına "Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin
aleyke yâ Resulallahi biadedi'l-cinni ve'l-insi ve biadedi'l-meleki
vennücum" manen deriz.
ﻓَﻴَﻜْﻔِﻴﻚَ
ﺍَﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﺻَﻠّٰﻰ ﺑِﻨَﻔْﺴِﻪِ ﻭَ ﺍَﻣْﻠﺎَﻛَﻪُ ﺻَﻠَّﺖْ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻭَ ﺳَﻠَّﻤَﺖْ
Said Nursî
Lemalar – 271
(O Zât'ın (A.S.M) nurundan nasıl istifade ve istifaza edeceğiz;)
Evet bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı
ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu
ve her gündeﺍَﻟﺴَّﺒَﺐُ ﻛَﺎﻟْﻔَﺎﻋِﻞِsırrınca,
bütün o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve
edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlahiyenin medarı ve mevcudatın
kıymetlerinin tealisinin sebebi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm,
dünyaya geldiği dakikada "ümmetî ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve
keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes "nefsî nefsî" dediği
zaman, yine "ümmetî ümmetî" diyerek en kudsî ve en yüksek bir
fedakârlık ile, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği
âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla
ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.
İşte o
zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı
berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i Seniyeye ittibadır.
Lemalar – 224
Ehl-i
tarîkat ve hakikatça müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı
Hak'ta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini
kırmak için lâzım gelir ki; nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar
ede ede tâ fena fi'ş-şeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin
hissiyatiyle konuşur ve hâkeza.. tâ fena fi'r-resul, fena fillaha kadar gider.
Meselâ: Nasılki gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver,
efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır
gibi konuşur. "Ben böyle istiyorum" der; yani "Benim seyyidim,
üstadım, sultanım böyle istiyor." Çünki kendini unutmuş, yalnız onu
düşünüyor. "Böyle emrediyor" der.
Öyle de Gavs-ı Geylanî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı
fevkalâde, Hazret-i Şeyh'in sırr-ı azîm-i Ehl-i Beyt'in irsiyetiyle Âl-i
Beyt'in şahs-ı manevîsinin makamı noktasında ve Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın verasetiyle Hakikat-i Muhammediyyesinde (A.S.M.) kendini gördüğü gibi,
fena-yı
mutlak ile Cenab-ı Hakk'ın tecelli-i zâtîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde
o sözleri söylemiş.
Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 149
Bu
sırdandır ki; bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fena fillah
makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûke başlar.
Asar-ı Bediiyye - 678
Ey Kur'an'ın tercümanı! Nazar-ı dikkat ve im'anla senin bu mir'at-ı
mücella olan Risale-i
Nur'un şahs-ı manevîsine bakan ehl-i ibret ve erbab-ı basiret istese, o âyinede Resul-i Hâşimî
Aleyhissalâtü Vesselâm'ı seyredebilir.
Konferans – 101
(Risale-i Nur’a, âyine gibi, O Zât'ı (A.S.M) seyretmek için bakmak;)
Risale-i
Nur ise, kelime ve cümleleriyle nur-u Kur'andan ve nur-u Muhammedîden (A.S.M.)
gelen ezelî ve ebedî bir Nur olduğuna şehadet ediyor.
O da Kur'ana mensubiyeti ve has bir tefsiri cihetiyle ve bu itibarla
semavîdir, arşîdir.
Şualar – 554
Eğer
biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan
timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıta ile onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti
ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu
tanıyıp münasebetdar oluruz.
Mektubat – 51
Nurların şu
mu'ciznüma kerametlerini, ancak ve ancak mir'at-ı
Muhammediye (A.S.M.) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatın diğer bir
marifeti olan:
Âyinedir bu âlem,
her şey Hak ile kaim
Mir'at-ı
Muhammed'den Allah görünür daim.
Barla - 67
Risaletü'n-Nur,
Mektubatü'n-Nur'un mütalaası, tahrir edilmesi, başkalara neşr ve tebliğe alâ
kadri'l-istitaa çalışılması gibi emr-i hayr-ı azîme havl ve kuvvet-i Samedanî
ve inayet ve lütf-u Rabbanî ile muvaffak olduğum zamanlar ki; bu evkatta
evvelen ve bizzât bu fakir istifade, istifaza, istiane etmiş oluyor. Bu
itibarla mezkûr saatları çok mübarek tanıyor, firakına acıyor, o yaşayışın
devamını, tekrarını, kesilmemesini ez-can u dil arzu ediyorum.
Fakat ne çare ki;
iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi
safileştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur'an'ın mu'cizeleri mecmuasına
ve aziz, muhterem üstadımın medresesine ve ol Seyyidü'l-Kevneyn Peygamberimiz
Efendimiz (A.S.M.) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabbü'l-Âlemîn
Teâlâ ve Takaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum.
Bu sebeble cidden o
nurlarla iştigal etmediğim zamanlar, keşke enfas-ı ma'dude-i hayattan olmaya
idiler diyorum.
Hulusi
Barla - 35
Ey
Kur'an'ın tercümanı! Nazar-ı dikkat ve im'anla senin bu mir'at-ı mücella olan
Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsine bakan ehl-i ibret ve erbab-ı basiret istese,
o âyinede Resul-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı seyredebilir.
Hattâ
daha keskin bir nazarla baksa, o Mahbub-u İlahî'nin gümüş alnını parlak ve güneş
yüzünü görüp vech-i pâkinde dest-i kudretle yazılıp parlayanﻗُﻞْ ﻫُﻮَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ sure-i şerifesini âlim değil, bir
ümmi de olsa okuyup anlar.
Konferans – 101
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâdiseler hengâmında Kur'an
Şakirdleri cüz'î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i
Nur'la tahsil edeceklerdir.
Çünki
Kur'anın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu
zamandaki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mana ile şimdi bu suretle Risale-i Nur'la
görmüş, anlamış bulunuyoruz.
Hizmet Rehberi - 8
O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana
budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi:
Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında
müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine
çalışacaktır.
Ona
karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve
ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt'ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı
nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp
dağıtacaktır.
Mektubat – 56
Ve keza
bütün nimet hazinelerini açmak salahiyetinde olan nimet-i imana vesile olan
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi öyle büyük bir nimettir ki;
nev'-i beşer ilel'ebed o zâtı (A.S.M.) medh ü sena etmeye borçludur.
Şualar – 759
ﺍَﻟﻠّٰﻬُﻢَّ ﺍﺟْﻌَﻞِ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍٰﻥَ ﺷِﻔَٓﺎﺀً ﻟَﻨَﺎ ﻭَ ﻟِﻜَﺎﺗِﺒِﻪِ ﻭَ ﺍَﻣْﺜَﺎﻟِﻪِ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺩَٓﺍﺀٍ ﻭَ ﻣُﻮﻧِﺴًﺎ ﻟَﻨَﺎ ﻭَ ﻟَﻬُﻢْ ﻓِﻰ ﺣَﻴَﺎﺗِﻨَﺎ ﻭَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻨَﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻗَﺮِﻳﻨًﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻘَﺒْﺮِ ﻣُﻮﻧِﺴًﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻘِﻴَﺎﻣَﺔِ ﺷَﻔِﻴﻌًﺎ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺼِّﺮَﺍﻁِ ﻧُﻮﺭًﺍ ﻭَ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ ﺳِﺘْﺮًﺍ ﻭَ ﺣِﺠَﺎﺑًﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔِ ﺭَﻓِﻴﻘًﺎ ﻭَ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟْﺨَﻴْﺮَﺍﺕِ ﻛُﻠِّﻬَﺎ ﺩَﻟِﻴﻠﺎً ﻭَ ﺍِﻣَﺎﻣًﺎ ﺑِﻔَﻀْﻠِﻚَ ﻭَ ﺟُﻮﺩِﻙَ ﻭَ ﻛَﺮَﻣِﻚَ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺘِﻚَ ﻳَﺎ ﺍَﻛْﺮَﻡَ ﺍﻟْﺎَﻛْﺮَﻣِﻴﻦَ ﻭَ ﻳَﺎ ﺍَﺭْﺣَﻢَ ﺍﻟﺮَّﺍﺣِﻤِﻴﻦَ ﺍٰﻣِﻴﻦَ ٭ ﺍَﻟﻠّٰﻬُﻢَّ ﺻَﻞِّ ﻭَ ﺳَﻠِّﻢْ ﻋَﻠٰﻰ ﻣَﻦْ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺍﻟْﻔُﺮْﻗَﺎﻥُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﻭَ ﻋَﻠٰٓﻰ ﺍٰﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِٓ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ ﺍٰﻣِﻴﻦَ ﺍٰﻣِﻴﻦَ
Sözler – 244
ﺍَﻟﻠّٰﻬُﻢَّ
ﺻَﻞِّ ﻋَﻠٰﻰ ﺟَﺎﻣِﻊِ ﻣَﻜَﺎﺭِﻡِ ﺍﻟْﺎَﺧْﻠﺎَﻕِ ﻭَ ﻣَﻈْﻬَﺮِ ﺳِﺮِّ ﴿ﻭَ ﺍِﻧَّﻚَ ﻟَﻌَﻠٰﻰ
ﺧُﻠُﻖٍ ﻋَﻈِﻴﻢٍ﴾ ﺍَﻟَّﺬِﻯ ﻗَﺎﻝَ : ﻣَﻦْ ﺗَﻤَﺴَّﻚَ ﺑِﺴُﻨَّﺘِﻰ ﻋِﻨْﺪَ ﻓَﺴَﺎﺩِ ﺍُﻣَّﺘِﻰ
ﻓَﻠَﻪُ ﺍَﺟْﺮُ ﻣِﺎَﺓِ ﺷَﻬِﻴﺪٍ ٭ ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠّٰﻪِ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻫَﺪٰﻳﻨَﺎ ﻟِﻬٰﺬَﺍ ﻭَ ﻣَﺎ
ﻛُﻨَّﺎ ﻟِﻨَﻬْﺘَﺪِﻯَ ﻟَﻮْ ﻟﺎَٓ ﺍَﻥْ ﻫَﺪٰﻳﻨَﺎ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻟَﻘَﺪْ ﺟَﺎﺋَﺖْ ﺭُﺳُﻞُ ﺭَﺑِّﻨَﺎ
ﺑِﺎﻟْﺤَﻖِّ
ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ
ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ
Lemalar - 61