Şimdi En Esaslı Vazifemiz
Beşinci Mektub
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ
ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
Silsile-i
Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş
ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını,
binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."
Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."
Hem demiş ki:
"Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri
velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır.
Velayet-i
kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan
doğruya hakikata yol açmaktır."
Hem
demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanat ile sülûk edilir."
Yani:
Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal
etmekle olur.
Bu iki
cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.
Öyle ise tarîk-ı
Nakşî'nin üç perdesi var:
Birisi
ve en birincisi ve en büyüğü:
Doğrudan
doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir
zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi:
Feraiz-i diniyeye
ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü:
Tasavvuf yoluyla
emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet
hükmündedir.
Madem hakikat
böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve
Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i
imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i
ebediyenin medarı onlardır.
Onlarda kusur
edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat
tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz
yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden
tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak
çıkılabilirdi.
Şimdi
ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol
bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...
İşte otuzüç aded
Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını,
dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat
budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib
bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en
nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber
olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi
kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski
zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri
irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem
bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Cenab-ı
Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu
dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Said Nursî
Mektubat – 22
Evliya
divanlarını ve ulemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zâtlar taraflarından
soruldu:
"Risale-i Nur'un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz'an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?"
Elcevab:
Eski mübarek
zâtların ekser divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve
feyizlerinden bahsederler.
Onların
zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman
sarsılmıyordu.
Şimdi
ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var.
O
divanlar ve risalelerin çoğu has mü'minlere ve ferdlere hitab ederler, bu
zamanın dehşetli taarruzunu def'edemiyorlar.
Risaletü'n-Nur
ise, Kur'an'ın bir manevî mu'cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud
imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın
isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet
ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle
bakanlar hükmediyorlar.
O divanlar derler
ki: "Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları,
feyizleri al."
Risaletü'n-Nur
ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız
gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını
kurtar."
Hem
Risaletü'n-Nur, en evvel tercümanının nefsini
iknaa çalışır, sonra başkalara bakar.
Elbette
nefs-i emmaresini tam ikna' eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet
kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı
manevî-i dalalet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder.
Hem
Risaletü'n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla
ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair
letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a'lâya uçar; taarruz eden
felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i
imaniyeyi kör gözüne de gösterir.
Kastamonu – 11
Adalet-i İlahiye,
İslâmiyet'e ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı manevî vermiş ki,
bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa'nın ve
İngiliz'in yüz sene ezvak-ı medeniyesini ve terakki ve tasallut ve hâkimiyetin
lezzetlerini hiçe indiren mütemadi korku ve dehşet ve telaş ve buhran yağdıran
bombaları başlarına musallat etmiş.
İşte
böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmak
olduğundan; bu zamana ve bu seneye bakan beşaret-i Kur'aniye ve
ﻓَﻀْﻠﺎً ﻛَﺒِﻴﺮًﺍ ٭ ﻓَﻀْﻞُ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﻳُﺆْﺗِﻴﻪِ
ﻣَﻦْ ﻳَﺸَٓﺎﺀُ
âyetlerin
müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risaletü'n-Nur'un manevî fütuhat-ı
imaniyesini gösteriyor.
Evet
bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur.
Öyle
ise, imanı tehlikeye maruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha
faideli bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risaletü'n-Nur; elbette bu
âyetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin kasdî bir medar-ı nazarlarıdır.
Kastamonu – 22
Bu
asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve
yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte
görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına
yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik
edilmiştir.
Halbuki
imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin
teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır.
Bunun
içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı
kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır.
Herşeyden
ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç,
hattâ mecburiyet haline gelmiştir.
Bu, Türkiye'de
böyle olduğu gibi; umum İslâm dünyasında da böyledir.
Evet, temelleri
yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın
yıkılmaması için ne derece bir faide temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine
çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir
almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir faide verebilir mi?..
İnsan,
saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir.
İnsan,
bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi,
İman-ı Billah'tır; Allah'a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir'dir.
Bunun
için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin
esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.
İman,
yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki
dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner.
Tahkikî
iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin,
iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o
kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur.
Tahkikî
imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye
düşürtemez.
İşte bu
hakikatlara binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip
insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'an ve iman hakikatlarını câmi'
bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat'iyyetle lâzım ve elzem
gördük.
Aksi
takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şübhe
götürmez bir hakikat halindedir.
Bunun
için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur'an-ı Hakîm'in imanî âyetlerini ve bu asra
bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur'an tefsirine sarılmaktır.
Şimdi, "Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?" diye
bir sualin içinizde hasıl olduğu; nuranî bir heyecanı ifade eden sîmalarınızdan
anlaşılmaktadır.
Evet, bu çeşit
ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina
ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete
Kur'anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bedîüzzaman Said Nursî'nin Risale-i Nur eserleri olduğu
kanaatına vardık.
Bizimle
beraber, bu hakikata Risale-i Nur'la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de
şahiddir.
Sözler – 749
Evet bu zaman hem
iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve
siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.
Fakat
en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en
mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat
ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü,
dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı
hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid
itibariyledir.
Fakat efkâr-ı
âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında
cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha
ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar,
mana veriyorlar.
Hem bu üç vezaifi
birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve
birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i
Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de
ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir.
Bu
asırda, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şakirdlerinin
şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış.
Yirmi
seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli
ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler
ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.
Amma benim gibi
âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü
yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor.
Biz de zâtınıza
ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.
Risale-i Nur
şakirdlerinden
Emin, Feyzi, Kâmil
Kastamonu – 189
Diyorlar:
"Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve
İmam-ı Gazalî'yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına
getirmiyor."
İşte bu acib
manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi
hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; fakat, safdil hocaları ve bazı
sofuları vasıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki:
"Hâşâ, yüz
defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazalî ve beni
Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i
dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.
Fakat
onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu.
O
muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve
diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman
düşmanlarına birden galebe edemediğinden; Risale-i Nur, Kur'an-ı
Mu'cizü'l-Beyan'dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak
silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zâtların tezgâhlarına müracaat
etmiyor.
Çünki
umum onların merci'leri ve menba'ları ve üstadları olan Kur'an, Risale-i Nur'a
tam mükemmel bir üstad olmuştur.
Ve hem
vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî
eserlerden de istifade etsek.
Hem Risale-i Nur
şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar, o kitablarla meşguldürler ve o
vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız.
Yoksa hâşâ ve
kellâ! O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz.
Fakat
herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler
mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur
bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.
Kastamonu – 182
Bu lâhikalarda
görüleceği gibi, Nur Müellifi Aziz Üstadımız Risale-i Nur'un neşri, okunup
yazılması gibi bizzât nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte, talebelerini daima
teşvik etmektedir. Bunun lüzum ve hikmeti ise, şübhesiz izahtan vârestedir.
Zira asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta olup, yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları; hem tabiiyyun ve maddiyyunun din ve maneviyat aleyhindeki neşriyatı; hem küfr-ü mutlak cereyanı ki, hiçbir din ve maneviyatı tanımayan ve Allah'a iman hakikatına karşı muaraza ederek dinsizliği neşreden, İslâmî fikri zedeleyen ve bütün beşeriyeti tehdid eden, yeni nesillere ve gençliğe imansızlık fikr-i küfrîsini aşılamak isteyen kitab, broşür, gazete gibi neşir vasıtalarının İslâm ve iman düşmanlarınca ön plâna alındığı böyle acib ve dehşetli bir zamanda elbette Risale-i Nur'a, okunmasına, neşredilmesine şiddetle ihtiyaç ve zaruret var.
Çünki
Risale-i Nur, Kur'an-ı Hakîm'in bir mu'cize-i maneviyesi ve bu zamanın
dinsizliğine karşı manevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının
maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip
ferden ferdâ iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı
okuyucuların kalblerine kazandırıyor.
Ve bu
vazifeyi de yine mukaddes Kur'anımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle îfa
ediyor. Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı
mes'elelerde tevhid nurunu gösteriyor; iman hakikatlerini madde âleminden
temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde
okutulan ilim ve fenlerin aynı mes'elelerinde iman hakikatlerinin isbatını
güneş zuhurunda gösteriyor.
Bu gibi
çok cihetlerle Risale-i Nur bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön plânda ele
alınması îcabeden ehl-i iman elinde manevî elmas bir kılınçtır.
Asrın
idrakine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitab eden, ihtiyaca en muvafık tarzı
gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyz ve ilham tarîkıyla âyetlerin
yıldızlarından gelen ders-i Kur'anîdir, küllî marifetullah bürhanlarıdır.
Asrımızın
efkârının anlayışına ve idrakine hitab edici mahiyeti ve Kur'an-ı Hakîm'in bu
zamanın fehmine bir dersi olması noktasından Nur Risaleleri, bilhâssa bu
memlekette büyük ehemmiyet kazanmıştır. Asırlarca Kur'an'a bayraktarlık yapan
ve dünyayı diyanetiyle ışıklandıran bu necib millet, yine dünyaya örnek, ahlâk
ve fazilette üstad olarak insanlığın geçirdiği müdhiş buhranlardan halas için
çare-i necatı göstermektedir.
Beşeriyeti
dehşetli sadmelere uğratan, tehdid eden anarşiliğin, ifsad ve tahribin yegâne
çaresi ancak ve ancak İlahî, semavî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatlarıdır, hakikat-i
İslâmiyettir.
Risale-i
Nur, hakikat-i İslâmiye ve Kur'aniyeyi müsbet ve müdellel bir şekilde insanlığın
nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.
Hem Nur Müellifi
bir mektubunda "Dâhilde tarafgirane adavet ve münakaşalara vesile olan
füruatı değil, belki bütün nev'-i beşerin en
ehemmiyetli mes'elesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum
İslâm'ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur'anın hakaik-i imaniyesini bulmak
ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim"
demek suretiyle
hizmet-i İslâmiyenin ve mesail-i diniyenin umumunu tazammun eden vüs'at ve
câmiiyeti haiz bulunduğunu; dinî hizmetlerin her nev'ini teyid ve teşvik
ettiğini ve bir cadde-i kübra-yı Kur'aniye olan Risale-i Nur dairesinin umum
ehl-i iman ve İslâm'a şâmil bulunduğunu ifade ediyor.
Ve yine aynı
mektubunda devamla "Hattâ değil Müslümanlarla, belki dindar Hristiyanlarla
dahi dost olup adaveti bırakmağa çalışıyorum. Harb-i umumî ve komünizm
altındaki anarşistlik tehlike ve tahribatlarının lisan-ı haliyle: Dünya
fânidir, firaklarla doludur. Ey insanlar adaveti bırakınız, Kur'an dersini
dinleyip birleşiniz; yoksa sizi mahvedeceğiz" diye beyanıyla bu zamanın şartları ve îcabları karşısında tarz-ı hizmeti
yine Kur'anın nuruyla göstererek hakîmane irşadın ve tevfik-i İlahiyeye muvafık
hareketle isabetli hizmetin îfası gibi noktalardan Risale-i Nur'un lüzum ve
ehemmiyetini tebarüz ettiriyor.
İşte
Lâhika Mektubları bu gibi hususlara da işaret ediyor.
Değişen
dünya hâdiseleri, geniş ve küllî mes'eleler ve şartlar altında isabetli
hizmet-i Kur'aniyenin esaslarını ders veriyor.
Bedîüzzaman Said
Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları
Tahirî, Zübeyr,
Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram
Emirdağ-1 – 7
(Ankara Üniversitesi Nur Talebelerinin Bir Mektubu)
Aziz sıddık
kardeşlerimiz!
Mektubunuzdan,
İslâm güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet
aleyhine, İslâmiyet zararına mütecaviz fikir neşreden ehl-i küfrün tahriblerini
tamir için ortaya atılan Risale-i Nur'un -sizlerin mektubunuzdan- gençlerin
arasına yayıldığını sezdik.
Ebedî hayat
yolunun hakperest yolcuları, hayalî boş lâfları terkedip, Risale-i Nur'la küfür
tohumlarını eriteceklerdir. Nur'un talebeleri, ehl-i kalb ve imanın hakikî
kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektubları, bizlere hız veriyor ve
verecek.
Kur'anın
tefsiri olan Risale-i Nur, bize dalalette kalmanın ve küfürle mücadele
etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor.
Komünistliğin,
anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a
hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir.
Bu en
baş ve en ehemmiyetli, en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek
isteyen en ağır hücumlar dahi, bizlerin hızını arttıracaktır.
Risale-i Nur bize
öğretiyor ve isbat ediyor ki: Bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı
isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nisbette memnun
edilirler.
Demek
ki şimdi en esaslı vazifemiz; bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, karanlıktan
usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nur'un
dellâllığını yapmaktır.
Bilhâssa
ve bilhâssa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki; en başta ve en evvel
Risale-i Nur'u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser
külliyatındaki Kur'an ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas
ve şartlarla, o hârika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir.
İşte bu
nimet-i uzmaya nâil olan her genç ve herkes; bire yüz bin kuvvetinde, kendine,
vatan ve milletine faideli olur. Vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm çapında
hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir.
Bunun için, başta
Hazret-i Üstadımız Bedîüzzaman ve onun hakikî ve ihlaslı talebeleri olmaya
lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki; Risale-i Nur'un mecmualarını bir an
evvel temin edelim, arayalım, bulalım, dikkat, tefekkür ve ihlasla okuyalım.
Kur'an ve iman
hizmetinde bu vaziyette koşalım. Risale-i Nur'un bu asırdaki makbuliyetine
işaret eden deliller fazlasıyla mevcud olduğuna göre, insaf sahibi her mü'min
kardeşimiz, onun tabiî bir yardımcısıdır.
Hem madem,
Risale-i Nur bu asra has hususiyetler taşıyor. Hem madem binlerce âlimlerin
takdirleriyle karşılanıyor.
Hem madem
Kur'anın dellâllığını yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir
mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakikî prensiplerle, bütün hayatını iman ve
İslâmiyete vakfetmiş, dünyevî hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna
çalışmıştır.
Hem madem bütün
kuvvetiyle Nur talebeleri de iman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet
için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî menfaat peşinde değildirler.
Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehdidlere rağmen bu
hakikati fiilen isbat etmişler.
Hem her talebe,
bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine hakikî, mantıkî cevablar vermek
üzere yetişmişler ve yetişiyorlar.
Hem her
ihtiyacımıza Kur'an cevab veriyor, onda lâzım olan her hakikat sarih olarak
vardır. Ve madem Kur'an en güzel şekilde ders veren Allah'ın hediyesi, bir nuru
ve rahmetidir...
Öyle
ise, bu hazine-i rahmeti ve menba-ı hakikatı ders veren ve hakikî surette
gençliğin ve avamın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nur'u, dikkat
ve tefekkürle ve devamlı olarak müsaid vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve
yazmak en büyük bir ibadet ve zevk kaynağıdır.
Hal ve
istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla alacağı gayet nâfi' ve vâfi
bir ilâç ve bir tiryaktır, bir manevî kurtarıcıdır.
Bu
kat'î hakikatlar meydanda iken, ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı
Risale-i Nur'u tedkik etmemek, alâkadar olmamak, ancak gafletin eseri olabilir.
Hem kim hakikat
peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur'dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden
her münevver, hakikî saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derkedecektir
diye, biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz.
Ebedî hayat
hazinesini gösteren Kur'an-ı Hakîm'in nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman
dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.
Madem İslâm
âlimleri -hadîs-i şerife göre- dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça,
peygamberlerin en emin vârisleridirler. Biz de Risale-i Nur'u, onun tam vârisi
biliyoruz. Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi, hakikî vâris olmanın esasını yaşamış
ve yaşıyor.
Onun karşısına
çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir.
Böyle
muazzam bir olgunluğa sahib olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları,
dünya ilim ve hak erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerim olan
mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşâallah uzakta değil, yakında
tahakkuk edecektir.
Dünya,
ekserî feylesofların ve âlimlerin dediği gibi, yepyeni bir oluşun eşiğindedir.
Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şâiri Mehmed Âkif:
O nuru
gönder İlahî asırlar oldu yeter!
Bunaldı
milletin âfâkı bir sabah ister.
diye,
işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattır.
Ankara Üniversitesi
Nur Talebeleri
Asa-yı Musa – 249
Demek
ki şimdi en esaslı vazifemiz; bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, karanlıktan
usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nur'un
dellâllığını yapmaktır.
Asa-yı Musa – 249
Ey aziz Üstad!
Bizler nasıl şükretmeyelim, nasıl minnettar olmayalım ki, Cenab-ı Hak şiddetli
muhtaç olduğumuz dünyanın o koca güneşi gibi, Kur'an güneşinin hakikî bir
müfessirine bizleri kavuşturdu.
Nasıl salât ü
selâm olmasın ki, ol Hazret-i Sipeh-sâlâr-ı Enbiya olan Şah-ı Levlâke ki,
bizlerin görmez gözlerimizi nuruyla şu'ledar edip, tarîk-ı müstakime sevk
eyledi. Nasıl duagû olmayalım, ol Hazret-i Dellâl-ı Kur'an'a ki, isyanımıza
bakıp, bizleri halka-i irşadından hariç ve hal-i aslîmizde bırakmadı ve
inşâallah iki cihanda da bırakmayacaktır.
Sevgili Üstad!
Her iki parçayı istinsah ederken kalbime geldi ki, asıllarını taklid etmeyeyim.
Zira üzerlerinde zahir olan ezhar-ı tevafuku, cilve-i bedayi' başka tarzda
kendini nasıl gösterecek dedim. Ve takdim-i âcizanem olan iki nüshadaki
san'at-ı bedîa, akıl ve istidad-ı beşerden pek uzak bir tarzda güya tezgâhında
ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhur ettiğini gösteriyor.
Ve şu zamanın
akıldan uzak eblehlerine manen diyorlar ki; bizim halen üzerimizde tecelli eden
cilve-i cemali, aklınızla ölçemezsiniz, yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz.
Evet
baharda zeminin yüzünde san'at-ı Rabbaniye ile her tarafta sündüsmisal çiçeklerin
açılmaları; cüz'î şuuru olan kimse, bir kàdir-i mutlak olan Zât-ı Zülcelal'den
başkasına veremez.
Öyle
de, risaleler umumiyetle Kur'an ömrünün asırlar, senelerinden ondördüncü asır
nevruz-u sultanî misillü bir baharı taşıyorlar.
Arı
kadar aklı olan, bu baharda bu çiçeklerden istifade etmezse ne denir? Ve koca
baharı görmeyen ehl-i basirete ne denir? Ve görüp de kendini kışta zemherire
atana ne denir? Heyhat! Kendine zîşuur ve ehl-i fikir ve ehl-i basiret süsü
verenlere...
Var ol,
ey sevgili Üstad! Sen bu Kur'anî elmaslar ile, o koca baharın mübeşşirisin.
"Cenab-ı
Hak, maksud ve muradınıza nâil buyursun. Âmîn!" duasıyla dest ü dâmen-i
muallâlarını öperim Efendim Hazretleri.
Fakir Talebeniz Ali
Barla - 241