Hayvaniyetten Çık (Oruç)
ya istinaden insaniyetin mide-i
hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor.
Mesnevi-i Nuriye – 208
Nefis, kendini hür ve serbest ister
ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî
olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor.
Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise;
bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.
Mektubat – 400
Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:
Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiblere baktıkları zaman dediler: "Bunda büyük bir iş var." Hem anladılar ki: Beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. "Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?" deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler: "Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz." Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyatı dairesinde amel ettiler.
Onların şu edebli muamele ve
vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif
edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir Cevvad-ı Melik'e
lâyık ve öyle mutî' ahaliye şayeste ve öyle edebli misafirlere münasib ve öyle
yüksek bir kasra şâyan bir surette ikram etti, daimî onları saadetlendirdi.
İkinci güruh ise; akılları bozulmuş,
kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlub olup
lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler; bütün o mehasinden
gözlerini kapadılar ve o üstadın irşadatından ve şakirdlerinin ikazatından kulaklarını
tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler
için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar,
karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni'-i Zîşan'ın
düsturlarına karşı edebsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları
tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar.
Sözler – 121
Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i
imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan bîçare
insan! Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil.
Çünki insan eğer insan olmazsa,
şeytan bir hayvana inkılab eder. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi
ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini
alır.
Sen görüyorsun ki; hayvanatın kemmiyet ve aded itibariyle
hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva'-ı
hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler,
Cenab-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi habîslerdir ki,
Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü'min ibadına ettiği
nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp,
âkıbetinde müstehak oldukları Cehennem'e teslim eder.
Lemalar – 120
insan eğer insan olmazsa, şeytan bir
hayvana inkılab eder. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi
ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet
mertebesini alır.
Lemalar – 120
Meselâ: Nasılki bir padişah-ı âlî,
{(Haşiye): Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın
huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.}
sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya
iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve
elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil.
Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever
ve nefsine muhabbet eder.
Bazen olur ki; padişah o
nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti
dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir
teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile gösterilen
iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin numunesi ve mücessemidir
diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı
olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu
lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi bütün nimetlere ve
meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane
telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir.
Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının
meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir
etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem manevî bir şükür, hem
elemsiz bir lezzettir...
Sözler – 641
bütün nimetlere ve meyvelere,
zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz
etse, o muhabbet nefsanîdir.
Sözler – 641
İnsan, bazı firenkler ve
firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli
bir hayvaniyet mertebesini alır.
Lemalar – 120
Ey sersem nefsim ve ey pür-heves arkadaşım! Âyâ zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız; yalnız
terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve
fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut zannediyor musunuz ki, hayatınızın
makinesinde dercedilen şu nazik letaif ve maneviyat ve şu hassas a'zâ ve âlât
ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havâs ve hissiyatın gaye-i
yegânesi; şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesat-ı süfliyenin tatmini
için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ!
Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali,
iki esastır:
Biri:
Cenab-ı Mün'im-i Hakikî'nin bütün
nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir.
Siz de hissedip, şükür ve ibadetini etmelisiniz.
İkincisi:
Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i
İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat
vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman
getirmelisiniz.
İşte bu iki esas üzerine kemalât-ı
insaniye neşv ü nema bulur. Bununla insan, insan olur.
İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi
hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla
bak: Meselâ, bir zât bir hizmetçisine
yirmi altın verdi; tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O
hizmetçi gitti, o kumaşın a'lâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki: O zât, diğer bir
hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun
cebine koydu, ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; o
sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altınla
en a'lâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altın, bir kat
libasa sarfedilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp,
belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için
verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı
bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için
şiddetle tazib ve hiddetle te'dib edilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı
başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki
hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye
sarfetmeyiniz. Yoksa sermayece en a'lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz
halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.
Sözler – 126
İşte bu iki esas üzerine kemalât-ı
insaniye neşv ü nema bulur. Bununla insan, insan olur.
Sözler – 126
Ve keza insanın hayat-ı hayvaniyeden
aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünki insanda
hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular,
istidadlar itibariyle hayvanların en a'lâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu
vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki: Bu kadar
cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine
verilmiştir.
Ve keza insan saltanat-ı rububiyetin
mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle
yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i
mahlukat ve halife-i arz olmuştur.
Mesnevi-i Nuriye – 222
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki
kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin
meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın
ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad
cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin
levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini
biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi
çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için
sa'y etmektir.
Sözler – 271
vazife-i asliyen hayvan gibi
çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için
sa'y etmektir.
Sözler – 271
İşte eğer insan, enaniyetine istinad
edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı
lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona
verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun
aleyhinde şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır. Eğer kendini misafir
bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse,
öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve
teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de
bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde
şehadet ederler.
Evet insana verilen bütün cihazat-ı
acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir
hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz
ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha
ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı
düşer.
Sözler – 323
Hem deme ki: "Ben hiçim; ne
ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana
teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?"
Çünki sen çendan, nefsin ve suretin
itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli
kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı
nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden
mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir
ustabaşısı hükmündesin.
Evet ey insan! Sen, nebatî
cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sağir bir cüz, hakir bir
cüz'î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı
seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlahiyenin
ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle
tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve
cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin
içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki,
diyebilirsin: "Benim Rabb-i Rahîm'im dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve
güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i
nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zînetli
levazımatı yapmıştır."
Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve
şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur'an'ı dinlersen,
a'lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.
Sözler – 328
Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke
mübtela olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü,
hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârane ve
âkıbet-endişane olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar. Ehl-i hidayet ve başta
ehl-i nübüvvet ve başta HABİB-U RABBİ'L-ÂLEMÎN olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket,
hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmarenin
firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır
ki, Medine-i Münevvere'de bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı
yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i
dafiaya kapılıp, dalalette kalmışlar.
Lemalar – 81
O dar dünyada, bir musibetin
tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki
hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden
daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk
geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.
Madem dünya hayatı ve cismanî
yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb
ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir
daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve
vahdaniyet sırlarını ifade eden "LÂ İLAHE İLLALLAH" kelime-i
kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
Lemalar – 137
(İman, dizginini cism-i hayvanînin
elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfuz ve müstakbele hulûl
edebilir. Çünki kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.)
Sözler – 210
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan
doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini
bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor,
firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda
kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan
doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını,
fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:
Cenab-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş:
"Ben benim, sen sensin!" Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş.
Yine demiş: "ENE ENE, ENTE ENTE." Hangi nevi azabı vermiş,
enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine
sormuş: "MEN ENE VEMA ENTE?" Nefis demiş:
ﺍَﻧْﺖَ
ﺭَﺑِّﻰ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢُ ٭ ﻭَﺍَﻧَﺎ ﻋَﺒْﺪُﻙَ ﺍﻟْﻌَﺎﺟِﺰُ
Yani: "Sen benim Rabb-i
Rahîm'imsin, ben senin âciz bir abdinim."
Mektubat – 404
Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan
doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar.
Mektubat – 404
Dördüncü Nükte:
Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin
terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis,
kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet
ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye
olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet
dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi
hayvan gibi yutar.
İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden
en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil, memluktür; hür
değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya
uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi
olan şükre girer.
Mektubat – 400
İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet
kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için, gayet münbit bir
zemindir. Ve neşvünema-i a'mal için, bahardaki mâh-ı Nisandır. Saltanat-ı
rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en
parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle
olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve
hevaperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten
hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği
için, dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden
tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyete bir nevi
âyinedarlık etmektir. Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür
içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun
eder, kazandırır.
Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını
kazandırabilir.
Mektubat – 402
Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona
ta'til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba
ettirilebilir.
Mektubat – 403
Umum kardeşlerimin ve
hemşirelerimin, hâssaten duaları makbul ve mübarek masumlar taifesi ve muhterem
ihtiyarlar cemaatinden herbirerlerine binler selâm ve dua ederek Ramazan-ı
Şeriflerini tebrik ederiz, dualarını rica ederiz.
Hasta kardeşiniz
Said Nursî
Şualar - 681