Telefon
ﻟَﻮْﻟﺎَٓ ﺍَﻥْ ﺭَﺍٰ ﺑُﺮْﻫَﺎﻥَ ﺭَﺑِّﻪِâyet-i kerimesinin
-bir kavle göre- işaret ettiği gibi, Hazret-i Yusuf'un (A.S.) Ken'an'da bulunan
babasının timsalini görür görmez
Zeliha'dan geri çekilmesi; ve kervanları Mısır'dan avdet ettiğinde Hazret-i
Ya'kub'un ﺍِﻧِّﻰ ﻟَﺎَﺟِﺪُ ﺭِﻳﺢَ ﻳُﻮﺳُﻒَ yani "Ben Yusuf'un kokusunu
alıyorum" demesi; ve bir ifritin Hazret-i Süleyman'a "Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs'ın tahtını
getiririm" demesine işaret eden
ﺍَﻧَﺎ ﺍٰﺗِﻴﻚَ ﺑِﻪِ ﻗَﺒْﻞَ ﺍَﻥْ ﻳَﺮْﺗَﺪَّ
ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﻃَﺮْﻓُﻚَ
âyet-i kerimesi; pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata numune ve me'hazdirler.
8- Hazret-i
Süleyman'a kuş dilini öğrettik manasında
ﻋُﻠِّﻤْﻨَﺎ
ﻣَﻨْﻄِﻖَ ﺍﻟﻄَّﻴْﺮِ olan
âyet-i kerime; beşerin keşfiyatından radyo,
papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde
kullanılmasına me'hazdir. Ve hâkeza beşerin henüz keşfedemediği çok mu'cizeler
vardır, istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.
İşarat-ül İ'caz –
208
Hem meselâ: Hazret-i
Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkıs'ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir
âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünüzü açıp kapayıncaya
kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim" olan hâdise-i
hârikaya delalet eden şu âyet:
ﻗَﺎﻝَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻋِﻨْﺪَﻩُ ﻋِﻠْﻢٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏِ
ﺍَﻧَﺎ ﺍٰﺗِﻴﻚَ ﺑِﻪِ ﻗَﺒْﻞَ ﺍَﻥْ ﻳَﺮْﺗَﺪَّ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﻃَﺮْﻓُﻚَ ﻓَﻠَﻤَّﺎ ﺭَﺍٰﻩُ ﻣُﺴْﺘَﻘِﺮًّﺍ
ﻋِﻨْﺪَﻩُ
ilâ âhir... İşaret
ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya
sureten ihzar etmek mümkündür.
Hem
vaki'dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman
Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş
olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini
görmek ve dertlerini işitmek; bir mu'cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek, Cenab-ı
Hakk'a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm'ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o
da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine
tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne
geçebilir.
Demek taht-ı
Belkıs Yemen'de iken, Şam'da aynıyla veyahut suretiyle
hazır olmuştur, görülmüştür.
Elbette
taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte uzak
mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen
diyor:
"Ey ehl-i
saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini
etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız.
Çünki bir hâkim-i
adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla
mes'uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir."
Cenab-ı Hak, şu
âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
"Ey
benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine
bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife
olmak kabiliyetini vermişim.
Elbette o
kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim
iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'an yetişebilir.
Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir.
Öyle
ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz.
Haydi
göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i
zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size
işittiren bir bahçeye çeviriniz.
ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺟَﻌَﻞَ ﻟَﻜُﻢُ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽَ ﺫَﻟُﻮﻟﺎً
ﻓَﺎﻣْﺸُﻮﺍ ﻓِﻰ ﻣَﻨَﺎﻛِﺒِﻬَﺎ ﻭَﻛُﻠُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭِﺯْﻗِﻪِ ﻭَﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺍﻟﻨُّﺸُﻮﺭُ
deki ferman-ı
Rahmanîyi dinleyiniz."
Sözler – 256
Kâmilîn insanların
zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat
sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez.
Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam
beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh
etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur'anda olan letaif-i ulviyet,
mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki miheki
ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı
cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla
hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat.
İşte yabani
edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim
nev'-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin
eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Şehvet-engiz
bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı
İlahî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i
Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem
ondan da çıkamaz.
Onun için telkini
aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca
kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen,
dalaletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb müsekkin hem münevvim;
hakikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı
bulmuş, o da romanlarıymış.
Kitab
gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat!
Meyyit
hayat veremez.
Hem tiyatro gibi
tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin
ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya
bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi
gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder.
Zahiren
der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz."
Netice-i
muzırrayı gösterir.
Halbuki
sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı
kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez.
Kur'andaki
edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik
hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki
verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat
cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında
bahseder, akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sâni'in
nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün
de veriyor, fakat birbirine benzemez.
Sözler – 736
Zahiren
der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz."
Netice-i
muzırrayı gösterir.
Halbuki
sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim
kalamaz.
İştihayı
kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez.
Sözler – 737
Ve keza, ﻭَ ﻋَﻠٰﻰ ﺳَﻤْﻌِﻬِﻢْ kelimesiyle, küfür
sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir.
Hattâ
kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir.
Lisan-ı hal ile
yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder.
Hattâ o nur-u
iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na'ralarını, denizlerin
dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev'den Rabbanî
kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir.
Sanki
kâinat, İlahî bir musikî dairesidir.
Türlü
türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları
intıba' ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî
levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o
kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır.
Ve o lezzetleri
îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler
yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz
vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.
Bu
sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır.
Evet ulvî
hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir.
Yetimane
hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin
etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.
ﻭَ ﻋَﻠٰٓﻰ
ﺍَﺑْﺼَﺎﺭِﻫِﻢْ ﻏِﺸَﺎﻭَﺓٌBu cümle ile rü'yete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfür
ile kaybolduğuna işaret edilmiştir.
Zira
gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat
gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir Cennet şeklinde görünür.
Gözün
gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden,
bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şiralarından
vicdanda o tatlı, iman balları yapar.
Eğer o
göz küfür zulmetiyle kör olursa;
dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer.
Bütün
hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir.
Kâinat ondan
tevahhuş eder.
Kalbi ahzan ve
ekdar ile dolar.
İşarat-ül İ'caz – 70
Otuzbirinci âyetin
işaretinin beyanında,
ﻳَﺴْﺘَﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟْﺤَﻴٰﻮﺓَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ
bahsinde denilmiş
ki:
Bu
asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih
ettiriyor.
Yani
kırılacak bir cam parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir
düstur hükmüne geçmiş.
Ben bundan çok
hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki:
Nasıl bir uzv-u
insanî hastalansa, yaralansa sair a'zâ vazifelerini kısmen bırakıp onun
imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i
hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı
insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i
hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Hem
nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şaşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar
ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o
cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta'til ederek iştirak ediyorlar; öyle de,
bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat
cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latîfelerini
ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne
ateşlerine düşürttürüyor.
Evet hayat-ı
dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u
uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir
ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur.
Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki;
küçük
bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı
dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.
Kastamonu – 104
o
cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta'til ederek iştirak ediyorlar;
Kastamonu – 104
Sanemperestliği
şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de men'eder.
Medeniyet
ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kur'ana muaraza etmek istemiş.
Halbuki
gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid
veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi
kamçılayıp teşvik eder.
Hem Kur'an
merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını
emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet
çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta' hükmüne geçmesinler.
{(Haşiye-2):
Tesettür-ü nisvan hakkında Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'ası, gayet
kat'î bir surette isbat etmiştir ki: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir. Ref'-i
tesettür, fıtrata münafîdir.}
Medeniyet ise,
kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan
çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve
muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale
edip ailevî hayatı zehirlemiştir.
Hususan
suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla
anlaşılır:
Nasılki
merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle
bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder.
Öyle
de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri
hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı
ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.
Sözler – 410
sair
letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara
unutturmağa çalışıyor.
Kastamonu – 104
Hem meselâ,
meşhur olmuş ki; İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet
eden şeytan, İstanbul'da Dikili Taş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes
o sesi işitecek ki: "O öldü." Yani pek acib ve şeytanları dahi
hayrette bırakan (radyo) ile bağırılacak, haber
verilecek.
Şualar - 581
Rivayette var ki: "Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde
dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır."
Allahu a'lem, bu
rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivayetler
mu'cizane haber verir ki,
"Deccal
zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hâdise
bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark garb işitir ve umum
ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi
kıt'asını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek." diye zuhurundan on
asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu'cizane haber
verir.
Şualar – 589
Telefon;
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri.
{(**): Nasıl
meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir.
Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir
nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.}
Sözler – 727
Bir mes'ele daha
var. O da çok ehemmiyetlidir.
Hükm-ü Kur'ana
göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin îcabatından olarak
hâcat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış.
Tiryakilikle,
görenekle ve itiyadla hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcat-ı zaruriye hükmüne geçmiş.
Âhirete iman
ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.
Kırk sene evvel bir
başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ
hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: "Biz şimdi mecburuz.
ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻀَّﺮُﻭﺭَﺍﺕِ ﺗُﺒِﻴﺢُ ﺍﻟْﻤَﺤْﻈُﻮﺭَﺍﺕِ
kaidesiyle
Avrupa'nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını
taklide mecburuz." dediler.
Ben de dedim:
"Çok aldanmışsınız. Zaruret sû'-i ihtiyardan gelse kat'iyyen doğru
değildir, haramı helâl etmez. Sû'-i ihtiyardan
gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok.
Meselâ: Bir adam
sû'-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir
cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû'-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir.
Fakat bir meczub
çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı
dâhilinde değildir."
İşte, ben o
kumandana ve hocalara dedim:
Ekmek
yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var?
Sû'-i
ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden
hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar.
Sinema,
tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû'-i
ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz.
Emirdağ-2 – 242
(Cep telefonu, bilgisayar ve interneti, radyoya kıyas edelim;)
Bu
medeniyet-i hazıranın hârikaları,
beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir
şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz
ki:
Ehemmiyetli
bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat
içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor.
Ve
kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor.
Meselâ: Risale-i
Nur'daki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: "Radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile
bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü
hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo
dinlemekle heveslenmeye sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor.
Vazife-i
hakikiyesini bırakıyor.
Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve
amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben
kendim gördüm; ondan bir-ikisi zarurî ihtiyacata
sarfedilmeye mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur
ediyor.
Bu iki cüz'î
misale binler misaller var.
Elhasıl:
Medeniyet-i
garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş.
İktisad ve kanaat
esasını bozup, israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol
açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç
beşeri tam tenbelliğe atmış.
Sa'y ve
amelin şevkini kırıyor.
Hevesata,
sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi' ediyor.
Hem o
muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş.
Sû'-i
istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Emirdağ-2 – 99
Birden ihtar edilen
bir mes'ele:
Âhirzamanda bir
şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair
rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah
işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına
dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet
verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.
Ezcümle müteaddid
vücuhundan radyomla anlaşıldı ki:
O bir
tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla
insanı dinlettirmekle günaha sokar.
Evet küre-i
havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev'-i beşere öyle bir nimet-i
İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak
lâzım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i
beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek.
Nasılki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi,
bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata
sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün
saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en
bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehennem'e gitmeden evvel,
Cehennem azabını tattırıyor.
Evet
radyonun küllî nimetiyet ciheti, küllî bir şükür iktiza eder.
Ve o
küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün
muhatablarına birden yetiştirmek için, küllî yüzbin dilli semavî bir hâfız
hükmünde, her vakit kâinatta Kur'an'ı okumalıdır.
Tâ o
nimetin küllî şükrünü eda ve o nimeti idame etsin.
Said Nursî
Kastamonu – 71
Emin'le Feyzi'nin
sordukları bir suale Üstad'dan aldıkları cevab
Sual:
Bize verdiğiniz
cevabda diyorsunuz: "Siyasî geniş daireleri merak ile takib eden, küçük
daireler içindeki vazifelerinde zarar eder." Bunun izahını istiyoruz?
Elcevab Üstadımız
diyor ki:
Evet bu
zamanda merak ile, radyo vasıtasıyla, ciddî alâkadarane küre-i arzdaki
boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok
zararları vardır.
Ya
aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz
olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur.
Evet ben kendim
gördüm: Lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken
âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan
bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten
Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm.
Böyle âmî bir
adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı
mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en
acib bir misali değil midir?
Evet haricî
siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece
münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili;
basit
fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve
karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını
serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait
zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen
öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre
malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı
içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri
düşündükçe tüyler ürperir.
Evet herbir adam
vatanıyla, milletiyle, hükûmetiyle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat
cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların
muvakkat siyasetlerine tâbi' etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış
olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden
herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan,
idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakikî vazifedar
olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz'dür.
Bu
ciddî ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve
ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de
nedir?
Üstadımızın bize
gayet acele ile verdiği cevabı bu kadar. Biz de, o acele ifadeyi acele kaydettik,
kusura bakmayınız.
Biz de, bütün
kuvvetimizle bunu tasdik ediyoruz. Çünki bunu kendimizde ve gördüğümüz
dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik.
Hattâ çokları meraklarından, cemaati belki de namazı terkeder
derecede ifratla, tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinliyor.
Mimsiz
medeniyetin sefahet ve dalalet ve İslâm'a ettiği ihanet cezası olarak
mütemadiyen başına gelen tokatlara ve boğuşmalarına ve geniş siyaset
dairelerine alâkadarane dikkat etmekle; ve nefesi
zehirli ve başı sarhoş şahıslardan radyoda ders almak, kudsî ve mühim
vazifelerine de tam zarar ediyorlar.
Risale-i Nur
şakirdlerinden
Emin, Feyzi
Kastamonu – 37
Hem meselâ:
ﺍَﻟﻨَّﻔَّﺎﺛَﺎﺕِ
ﻓِﻰ ﺍﻟْﻌُﻘَﺪِcümlesi -şeddeler
sayılmaz- bin üçyüz yirmisekiz (1328); eğer şeddedeki (lâm) sayılsa, bin üçyüz
ellisekiz (1358) adediyle bu umumî harbleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve
hased ile bizdeki Hürriyet İnkılabı'nın Kur'an lehindeki neticelerini bozmak fikri
ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i
Umumî'nin patlamasıyla maddî ve manevî şerlerini, siyasî diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli
üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını
telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane
mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek, ﺍَﻟﻨَّﻔَّﺎﺛَﺎﺕِ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻌُﻘَﺪِ in tam manasına tetabuk eder.
Şualar - 267
ve
nefesi zehirli ve başı sarhoş şahıslardan radyoda ders almak, kudsî ve mühim
vazifelerine de tam zarar ediyorlar.
Kastamonu – 38
ruhlarını
serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait
zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen
öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek
Kastamonu – 38
insanın
ulvî latîfelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane
gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Kastamonu – 104
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Küre-i
Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek
kalınlaşmıştır. Ta'dili, büyük bir himmete muhtaçtır.
Ve keza
beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır.
Bunların
kapatılması ancak Allah'ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.
Mesnevi-i Nuriye -
123
Cenab-ı
Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza
eylesin, âmîn...
Sözler - 147