Deizm-1 (YARATAN ALLAH’TIR)
(Allah kainatı bir fabrika olarak yaratıp, hâşâ bırakmamıştır;)
Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ: "Bir zât hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san'atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz'ü, herbir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san'atını onlara havale ediyor." diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!
Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler,
muzaaf bir cehalete düşerler. Çünki tabiatların ve
sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san'at var; onlar da sair
mahlukat gibi masnu'durlar. Onları öyle yapan zât, onların neticelerini dahi
yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve
ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı
tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları,
sebebleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir
silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin
en antikasıdır.
Lemalar – 324
Ey esbabperest ve tabiata tapan bîçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahluktur; çünki
san'atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi, zahirî sebebi dahi
masnu'dur. Ve madem herşeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O
halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o
Kadîr-i Mutlak'ın ne ihtiyacı var ki âciz vesaiti, rububiyetine ve icadına
teşrik etsin. Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebeb ile beraber
halkederek, cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için, bir tertib ve tanzim
ile zahirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zahirî kusurlara,
merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci' olmak için, esbab ve tabiatı dest-i
kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.
Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın; sonra saati
çarklarla tertib edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa hârika bir
makineyi, o çarklar içinde yapsın; sonra saatin yapılmasını o makinenin camid
ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil
midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol! Veyahud bir kâtib;
mürekkeb, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzât o kitabı yazsa, daha mı
kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkeb, kalem içinde o kitabdan daha san'atlı, daha
zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin; sonra
o şuursuz makineye "Haydi sen yaz" desin de kendi karışmasın, daha mı
kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkil değil midir?
Eğer desen: Evet bir kitabı yazan makinenin icadı, o kitabdan yüz defa daha müşkildir. Fakat o makine, aynı kitabın bir çok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?
Elcevab:
Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i
esmasını her vakit tazelendirmekle, ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki
teşahhusları ve hususî sîmaları öyle bir surette halketmiştir ki; hiçbir
mektub-u Samedanî ve hiçbir kitab-ı Rabbanî, diğer kitabların aynı aynına
olamıyor. Alâküllihal, ayrı manaları ifade etmek için, ayrı bir sîması
bulunacak. Eğer gözün varsa, insanın sîmasına bak, gör ki; zaman-ı Âdem'den
şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük sîmada, a'zâ-yı esasîde ittifak ile
beraber, herbir sîma, umum sîmalara nisbeten, herbirisine karşı birer alâmet-i
farikası var olduğu kat'iyyen sabittir. Bunun için herbir sîma, ayrı bir
kitabdır. Yalnız san'atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertib
ve te'lif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda
lâzım olan herşeyi dercetmek için, bütün bütün başka bir tezgâh ister. Haydi,
farz-ı muhal olarak tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait
olan tanzim ve basmak, yani muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o
tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkil bir zîhayatın cismindeki
maddeleri, aktar-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve
getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i
Mutlak'ın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı,
bütün bütün manasız bir hurafedir.
İşte bu saat ve kitab misalleri
gibi; Sâni'-i Zülcelal, Kàdir-i Külli Şey', esbabı halketmiş; müsebbebatı da
halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının
tanzimine dair kavanin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı
İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir âyine ve bir ma'kes
olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye
mazhar olan vechini, kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde
halketmiş, birbirine mezcetmiş. Acaba gayet derecede makul ve hadsiz
bürhanların neticesi olan bu hakikatın kabulü mü daha kolaydır.. -acaba vücub
derecesinde lâzım değil midir?- Yoksa camid, şuursuz, mahluk, masnu, basit olan
o sebeb ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şey'in vücuduna lâzım hadsiz
cihazat ve âlâtı verip hakîmane, basîrane olan işleri kendi kendilerine
yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina' derecesinde, imkân haricinde değil
midir? Senin, o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.
Lemalar – 186
Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâlî bir
sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya; gayet vahşi bir adam girmiş, içine
bakmış. Binlerle muntazam san'atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından,
hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı
müştemilatıyla beraber yapmıştır diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakıyor; o
vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra o sarayın
teşkilat programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı
olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi,
sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve
tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhere nisbeten,
kavanin-i ilmiyenin bir unvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri
münasebetdar gördüğünden, "İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim
ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş." diyerek vahşetini;
ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.
İşte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan
daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu'cizane hikmetle dolu şu saray-ı
âlemin içine, inkâr-ı uluhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşi bir insan
girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'un eser-i san'atı
olduğunu düşünmeyerek ve ondan i'raz ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i
İlahînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlahiyenin kavanin-i
icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata
olarak "Tabiat" namı verilen bir mecmua-i kavanin-i âdât-ı İlahiye ve
bir fihriste-i san'at-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki: "Madem bu eşya bir
sebeb ister, hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir
cihetle akıl kabul etmez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i
mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat
madem Sâni'-i Kadîm'i kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu
yapmış ve yapar diyeceğim." der. Biz de deriz:
Ey ahmaku'l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak!
Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan,
seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve
parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni'-i Zülcelal'i gör.. ve o sarayı yapan
ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelî'nin cilvesini gör,
fermanına bak, Kur'anını dinle.. o hezeyanlardan kurtul!..
Lemalar - 184
ÜÇÜNCÜ MUHAL:
Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad
olan Kadîr-i Ezelî'nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata, esbaba
mensub matbu' ise, o vakit senin vücudundaki bir
hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillü, binler mürekkebler
adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir. Çünki meselâ bu elimizdeki
kitab eğer mektub olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip, bütün
onları yazar. Eğer o, mektub olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine
olmuş denilse veya tabiata verilse, o vakit matbu' kitab gibi, herbir harfi
için ayrı bir demir kalem lâzımdır ki tab'edilsin. Nasılki matbaada hurufat
adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek
kaleme bedel, o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o
hurufat içinde bazan olduğu gibi, küçük kalem ile bir büyük harfte bir sahife
-ince hatla- yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım geliyor. Belki
birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir şekil
alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz' için, o mürekkebat adedince
kalıblar lâzım geliyor. Haydi, yüz muhal içinde bulunan bu tarzı, mümkün desen
dahi, bu muntazam san'atlı demir harfleri ve mükemmel kalıbları ve kalemleri
yapmak için, yine bir tek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıblar, o demir
harflerin yapılması için, onların adedlerince yine kalemler, kalıblar ve
harfler lâzım. Çünki onlar da yapılmışlar ve onlar da muntazam san'atlıdırlar.
Ve hâkeza müteselsilen gittikçe gidecek...
İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki; senin zerratın
adedince muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de
utan, bu dalaletten vazgeç!
Lemalar – 181
BEŞİNCİ LEM'A:
Nasılki bir kitab eğer yazma ve mektub olsa, onun yazmasına
bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa, o
kitabın hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lâzımdır. Tâ o kitab
tab'edilip vücud bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hat ile
o kitabın ekseri yazılmış ise -Sure-i Yâsin, lafz-ı Yâsin'de yazıldığı gibi- o
vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzımdır, tâ
tab'edilsin. Aynen öyle de: Şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedaniyenin
yazması ve Zât-ı Ehadiyet'in mektubu desen, vücub derecesinde bir suhulet ve
lüzum derecesinde bir makuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbaba isnad
etsen, imtina derecesinde suubetli ve muhal derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir
vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki; tabiat için herbir
cüz' toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca madenî matbaalar
ve hadsiz manevî fabrikalar bulunması lâzım. Tâ ki, hesabsız çiçekli, meyveli
masnuatın teşekkülatına mazhar olabilsin. Yahut herşeye muhit bir ilim, herşeye
muktedir bir kuvvet, onlarda kabul etmek lâzım gelir. Tâ şu masnuata hakikî
masdar olabilsin. Çünki toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz'ü, ekser
nebatata menşe olabilir. Halbuki herbir nebat -meyveli olsa, çiçekli olsa-
teşekkülatı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden
mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki; herbirisine, yalnız ona
mahsus birer ayrı manevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek tabiat,
mistarlıktan masdarlığa çıksa; herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini
bulundurmağa mecburdur. İşte bu tabiatperestlik fikrinin esası, öyle bir hurafattır
ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalaletin,
nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al!..
Sözler – 299
Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî'ye ve Alîm-i Külli
Şey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın
ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o
küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i
san'atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünki esbab-ı tabiiye ile esbab-ı
maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle
ise, her halde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi
zîhayat olursa olsun, ekser anasır ve enva'ından numuneler, içinde vardır.
Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir
çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle
eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem
esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste,
bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı
eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki
herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz hadd ü hesaba
gelmez eşkâller, mikdarlar içinde, bir tek şekil ve mikdarda sel gibi akan
anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, mikdarsız, kalıbsız birbiri
üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne
derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin
kalbinde körlük yoksa, görür.
Evet bu hakikata binaen
ﺍِﻥَّ
ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺗَﺪْﻋُﻮﻥَ ﻣِﻦْ ﺩُﻭﻥِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﻟَﻦْ ﻳَﺨْﻠُﻘُﻮﺍ ﺫُﺑَﺎﺑًﺎ ﻭَﻟَﻮِ ﺍﺟْﺘَﻤَﻌُﻮﺍ
ﻟَﻪُ
bu âyet-i azîmenin sırrıyla
{(Haşiye): Yani Allah'tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet
ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halkedemezler.}
bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa,
bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla
toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar.
Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı,
muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eşyaya sahib
çıkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri başkadır.
Lemalar – 240
(İnkâr sebebleri;)
Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının
ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır
geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ: Cehennem azabını intac eden büyük bir günahı
işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı
siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennem'in ademini arzu ettiğinden, küçük bir
emare ve bir şübhe, Cehennem'in inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti
yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik
yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in
mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı
veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: "Keşke o vazife-i
ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi
işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe
gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı
ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı
vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha
müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp,
yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza.. bu üç misale kıyas edilsin ki
ﺑَﻞْ ﺭَﺍﻥَ ﻋَﻠٰﻰ ﻗُﻠُﻮﺑِﻬِﻢْ
sırrı anlaşılsın.
Lemalar – 9
Üçüncü Hâssa:
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i
Kur'aniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları
merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek
derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl
olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte
hissetmeleridir.
Barla - 22