Bu Zelzele, Onlar Hakkında Ayn-ı Gazab İçinde Bir Rahmettir
İ'lem Eyyühel-Aziz!Dünyada
sana ait çok emirler vardır. Amma ne mahiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden
haberin olmuyor.
Biri,
ceseddir. Evet cesedin genç iken
latîf, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş
kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.
Biri de, hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.
Biri de
insaniyettir. Bu ise, zeval ve
beka arasında mütereddiddir. Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazası lâzımdır.
Biri de
ömür ve yaşayıştır. Bunun da
hududu tayin edilmiştir. Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için
elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i
emel yükünü yüklenme!
Biri de,
vücuddur. Vücud zâten senin
mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü'l-Mülk'tür. Ve senden daha ziyade
senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin daire-i emrinden
hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun. (Ümidsizliği intac eden
hırs gibi.)
Biri de
bela ve musibetlerdir. Bunlar
zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıdları zihne gelir, lezzet
verir.
Biri de,
sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce götüremediği
bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de
çıkacaksın. Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın.
Öyle ise,
aziz olarak çıkmaya çalış.
Vücudunu
Mûcidine feda et.
Mukabilinde
büyük bir fiat alacaksın.
Çünki feda
etmediğin takdirde, ya bâd-i heva zâil olur, gider; veya Onun malı olduğundan
yine Ona rücu eder.
Mesnevi-i Nuriye –
118
Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaretü'z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?
Yine manevî canibden
elcevab:
Bu mes'ele sırr-ı
kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar
denildi:
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةً
Yani: "Bir
bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus
kalmayıp masumları da yakar."
Şu âyetin sırrı
şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve
mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ
müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller
esfel-i safilîne girsinler.
Eğer masumlar böyle
musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim
olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif
bozulacaktı.
Madem mazlum, zalim
ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare
mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?
Bu suale karşı
cevaben denildi ki:
O
musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var.
Çünki o
masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne
geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir
nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük
ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde
bir rahmettir.
Sözler - 172
Dünyanın
meşakkatleri madem sevab verir, geçerler;
o
musibetlere karşı sabır içinde şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerektir.
Kastamonu – 14
Nass-ı hadîsle, böyle musibetlerde
ehl-i imanın zayi' olan malları tam sadaka hükmündedir.
Hususan bu zamanda, yüz sadaka kadar
o fâni malları, bâki ve daha çok ebedî mallara inkılab ederler.
Emirdağ-1 - 175
***
..onun
getirdiği nur iledir ki; Cennet ve dâr-ı âhiret, cinn ve ins ile şenlenecek.
Eğer o
olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı ve Cennet'in her nevi mahlukatından
istifadeye müstaid olan cinn ve ins, Cennet'i şenlendirmeyeceklerdi; bir
cihette sahibsiz virane kalacaktı.
Mektubat – 303
Evet
Muhammed'in (A.S.M.) getirdiği nur ile kâinatın mahiyeti, kıymeti, kemalâtı ve içindeki
mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir,
tahakkuk eder.
Ve kâinat
baştan başa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kur'an-ı Rabbanî
ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhaniye olur.
Yoksa adem
ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karmakarışık vahşetli bir
virane ve dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer.
Şualar - 630
(Mi'rac-ı Ahmediye (A.S.M.) ile, bîçare cin ve inse, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudata, müjdeler gönderilmiştir;)
Mi'racın semeratı ve faydası nedir?
Elcevab:
Şu şecere-i tûbâ-i
maneviye olan Mi'racın beşyüzden fazla meyvelerinden numune olarak yalnız beş
tanesini zikredeceğiz.
BİRİNCİ MEYVE:
Erkân-ı
imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet'i, âhireti, hattâ Zât-ı
Zülcelal'i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki:
Şu
kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o
nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i
cemal-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş.
Kâinatı ve
bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş.
Sözler – 581
Çünki getirdiği
nur ile
*herbir
şeyin kemali görünür ve
*herbir
mevcudun kıymeti tezahür eder ve
*herbir
mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve
*herbir
masnu'daki makasıd-ı İlahiye tecelli eder.
Lemalar - 271
ÜÇÜNCÜ MEYVE:
Saadet-i
ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye
etmiştir.
Evet Mi'rac vasıtasıyla ve kendi
gözüyle Cennet'i görmüş ve Rahman-ı Zülcemal'in rahmetinin bâki cilvelerini müşahede
etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat'iyyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i
ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki:
Bîçare cin
ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i
zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan
vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda;
şöyle bir
müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve
i'dam-ı
ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir
müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez.
Bir adama,
i'dam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar
sürura sebebdir.
Bütün cin
ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
Sözler – 582
BEŞİNCİ MEYVE:
İnsan kâinatın
kıymetdar bir meyvesi ve Sâni'-i Kâinat'ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi'rac ile anlaşılmış ve o
meyveyi cin ve inse getirmiştir.
Küçük bir mahluk,
zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o
meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki:
Kâinatın bütün
mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor.
Ve öyle
bir sevinç ve sürur-u mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez.
Çünki âdi bir nefere
denilse: "Sen müşir oldun." Ne kadar memnun olur.
Halbuki fâni, âciz
bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet'te, Rahîm ve Kerim bir
Rahman'ın rahmetinde ve hayal sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelanında,
kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana
muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i cemaline de muvaffak olursun
denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî
bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.
Şimdi, makam-ı
istima'da olan zâta deriz ki:
İlhad gömleğini
yırt, at. Mü'min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil
ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Meselâ: Senin ile
biz beraber bir memlekette bulunuyoruz.
Görüyoruz ki; herşey
bize ve birbirine düşman ve bize yabancı.. her taraf
müdhiş cenazelerle dolu.. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların
vaveylâsıdır.
İşte biz, şöyle bir
vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde
getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab
şekline girse.. düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse.. o müdhiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve tesbihte birer
ibadetkâr şeklinde görünse.. o yetimane ağlayışlar, senakârane
"yaşasın"lar hükmüne girse.. ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar
terhisat suretine dönse.. kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna
müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın.
İşte Mi'rac-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) bir meyvesi olan nur-u imandan
evvel, şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı
dalaletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz'iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler
birer müdhiş cenaze, ecel herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün
sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalaletin öyle tasvir
ettiği hengâmda; meyve-i Mi'rac olan hakaik-i erkân-ı
imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni'-i Zülcelal'ine zâkir ve
müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve
sadâlar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir.
Bu hakikatı tamam
görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere
bak.
İkinci Temsil:
Senin ile biz,
sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar
karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz.
Kimsesiz, hâmisiz,
aç ve susuz, me'yus ve ümidsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip; sonra
gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir
yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş,
yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz,
bilirsin.
İşte o sahra-yı
kebir, bu dünya yüzüdür.
O kum denizi, bu
hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve
bîçare insandır.
Her insan,
endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı
dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç,
nihayetsiz susuzdur.
İşte
semere-i Mi'rac olan marziyat-ı İlahiye ile şu dünya, gayet kerim bir zâtın
misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbal dahi cennet
gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne
kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.
Sözler - 583
Madem insan,
mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın
kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor.
Ve nasılki hurdebînî
bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi
korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki
küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever.
Elbette
böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât
olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi
taht-ı emrindedir.
Lemalar - 7
(Mi'rac-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) bir meyvesi olan;)
İman-ı
bil'kader rüknünün kıymetdar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında
ﻣَﻦْ ﺍٰﻣَﻦَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺍَﻣِﻦَ
ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜَﺪَﺭِ
darb-ı mesel
olmuştur. Yani, "Kadere iman eden, gamlardan
kurtulur."
Risale-i Kader'in
âhirinde güzel bir temsil ile, iki adamın şahane bir sarayın bahçesine
girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş.
Hattâ ben kendi
hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki; kadere
iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur.
Elîm
musibetlerde, ne vakit kadere iman cihetine bakardım; musibet gayet
hafifleşiyor görüyordum.
Ve kadere
iman etmeyen nasıl yaşayabilir diye hayret ederdim.
Şualar - 260
Eğer desen: "Kader bizi böyle
bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelana müştak olan kalb ve
ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"
Elcevab: Kat'â ve aslâ!.. Sıkıntı
vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve
emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor.
Çünki insan kadere iman etmezse,
küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya
kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur.
Çünki insan
bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metalibi var. Kudreti,
iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği manevî
sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır.
İşte kadere iman, bütün o ağırlığı
kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle
kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor.
Yalnız nefs-i emmarenin cüz'î
hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa
hareketini kırar.
Kadere iman o kadar lezzetli,
saadetlidir ki, tarif edilmez.
Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret
edeceğiz.
Şöyle ki:
İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın
mahall-i garaib olan has sarayına girerler.
Biri, padişahı bilmez; o
yerde gasıbane, sârıkane tavattun etmek ister.
Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve
vâridat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi
zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe,
başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle
vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te'dib suretiyle hapse
atılır.
İkinci adam, padişahı tanır,
padişaha kendini misafir bilir.
Bütün o bahçede, o sarayda olan
işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemal-i
suhuletle işlediğini itikad eder.
Zahmet ve külfetleri, padişahın
kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden
istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine
istinaden herşeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir.
İşte
ﻣَﻦْ ﺍٰﻣَﻦَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺍَﻣِﻦَ
ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜَﺪَﺭِ
sırrını anla.
Sözler – 471
(İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder;)
İman hem
nurdur, hem kuvvettir.
Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın
tazyikatından kurtulabilir.
"Tevekkeltü
alallah" der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari
dalgaları içinde seyran eder.
Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder,
rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye
girmek için Cennet'e uçabilir.
Yoksa tevekkül
etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker.
Demek iman
tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza
eder.
Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir.
Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs
ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak'tan
istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.
Tevekkül eden ve
etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam
hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük
bir sefineye bir bilet alıp girdiler.
Birisi girer girmez
yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder.
Diğeri hem ahmak,
hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.
Ona denildi:
"Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et." O dedi: "Yok, ben
bırakmayacağım. Belki zayi' olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda
muhafaza edeceğim."
Yine ona denildi:
"Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i
sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın
döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu
bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat
getiremeyecek.
Kaptan dahi eğer
seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi
ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir.
Hem herkese maskara
olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi
gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka
mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklı
başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh!.. Allah senden razı
olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum." dedi.
İşte ey
tevekkülsüz insan!
Sen de bu
adam gibi aklını başına al, tevekkül et.
Tâ bütün
kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve
hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı
dünyeviye hapsinden kurtulasın.
Sözler – 314
Evet şu perişan
dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmisiz
bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para
eder.
İşte bu âvâre nev'-i
beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini
bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.
Eğer
sahibini bulsa,mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine
istinad eder.
O
vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.
Mektubat – 223
Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder.
Mesnevi-i Nuriye –
51
meyve-i
Mi'rac olan hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve
Sâni'-i Zülcelal'ine zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve
vazifeden âzad etmek; ve sadâlar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana
gösterir.
Bu hakikatı tamam
görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere
bak.
Sözler - 584
(İkinci Söz’de misaldeki iki adam, aynı alemdeler;)
İkinci Söz
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﺎﻟْﻐَﻴْﺐِ
İmanda ne
kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat
bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki adam,
hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin, tali'siz bir
tarafa; diğeri Hudabin, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.
Hodbin
adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan bedbînlik cezası olarak
nazarında pek fena bir memlekete düşer.
Bakar ki: Her yerde
âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ
ediyorlar.
Bütün gezdiği
yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür.
Bütün
memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış.
Kendisi şu elîm ve
muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünki herkes
ona düşman ve ecnebi görünüyor.
Ve ortalıkta dahi,
müdhiş cenazeleri ve me'yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde
kalır.
Diğeri
Hudâbîn, Hudâperest ve Hakendiş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında pek güzel bir
memlekete düştü.
İşte bu iyi adam,
girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir
şehr-âyin, bir cezbe ve neş'e içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba
görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye
şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul,
bir musikî sesi işitiyor.
Evvelki bedbahtın
hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem
kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur.
Hem güzelce bir
ticaret eline geçer, Allah'a şükreder.
Sonra döner,
öteki adama rastgelir. Halini
anlar.
Ona der: "Yahu
sen divane olmuşsun. Bâtınındaki çirkinlikler, zahirine
aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak ve talan etmek tevehhüm
etmişsin.
Aklını
başına al, kalbini temizle.
Tâ, şu
musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikatı görebilesin.
Zira
nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver,
müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve
kemalât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."
Sonra o bedbahtın
aklı başına gelir, nedamet eder. "Evet, ben işretten divane olmuştum.
Allah senden razı olsun ki, Cehennemî bir haletten beni kurtardın." der.
Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir.
Şu dünya, onun
nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle
ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz
başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş
cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham,
küfründen ve dalaletinden neş'et edip, onu manen tazib eder.
Diğer adam ise; mü'mindir. Cenab-ı Hâlık'ı tanır, tasdik eder.
Onun nazarında şu
dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı
imtihan-ı ins ü cândır.
Bütün
vefiyat-ı hayvaniye ve insaniye ise; terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler,
bu dâr-ı fâniden, manen mesrurane, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni
vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar.
Bütün tevellüdat-ı
hayvaniye ve insaniye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir.
Bütün zîhayat, birer
muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır.
Bütün sadâlar ise,
ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih
veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır.
Bütün mevcudat, o
mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerim'inin ve Mâlik-i Rahîm'inin birer munis
hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır.
Daha bunun
gibi pek çok latîf, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder,
tezahür eder.
Demek
iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.
Küfür ise
manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
Demek
selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise, biz daima
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠّٰﻪِ ﻋَﻠٰﻰ ﺩِﻳﻦِ ﺍﻟْﺎِﺳْﻠﺎَﻡِ
ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﺎِﻳﻤَﺎﻥِ
demeliyiz...
Sözler - 17
Eğer
kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i
ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için
güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder.
Sonra,
a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.
Sözler – 323
***
ﻣَﻦْ ﺍٰﻣَﻦَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺍَﻣِﻦَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜَﺪَﺭِKadere iman eden gam ve hüzünden
emin olur" sırrıyla,
ﺧُﺬُﻭﺍ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُHerşeyin güzel cihetine bakınız" kaidesinin
sırrıyla,
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳَﺴْﺘَﻤِﻌُﻮﻥَ ﺍﻟْﻘَﻮْﻝَ
ﻓَﻴَﺘَّﺒِﻌُﻮﻥَ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻫَﺪٰﻳﻬُﻢُ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻭَ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﻫُﻢْ
ﺍُﻭﻟُﻮﺍ ﺍﻟْﺎَﻟْﺒَﺎﺏِ
gayet kısacık bir
meali:
"Sözleri dinleyip en güzeline tâbi' olup fenasına
bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır."
mealinde. Bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve
ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki
manasız,
lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi
celbedip kalbimizi meşgul etmesin.
Sekizinci
Söz'de bir bahçeye iki adam,
biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar,
safa ile istirahat eder.
Diğer bedbaht,
temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder,
midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.
Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan
Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir.
Hem
çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur.
Âkıl odur
ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet
vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.
Şualar – 509
Cereyan
etmekte olan hâdisatın muhtemel menfî tesirlerinden kalb ve ruhlarımızı âzade
bulundurmak; ve bir şey meydana geldikten sonra daima kader cihetini düşünerek
hikmetli ve güzel taraflarını görmek ve zahirî ruha dokunan kaba, şer, musibet
cihetlerine fazla nazarı dolaştırmamak -Risale-i Nur'dan aldığımız derslere
binaen- lâzımdır.
Hizmet Rehberi – 238
Hamd ve
şükürler olsun mü'miniz.
Hayatta tesadüf
edeceğimiz binlerle musibet ve acılara
مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ
مِنَ الْكَدَرِ
gibi çok
müessir devamız var.
Yine idrak
ediyoruz ki; burada vazifeleri nihayet bulanlar için, ebedî mev'ud bir hayat
başlıyor.
Biz de bu
yolun yolcusu, bu hanın misafiri, bu fabrikanın muvakkat bir amelesi olduğumuz
için, er-geç o kafileye iltihak edeceğiz.
Barla - 49
Ben tahmin
ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız
hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır.
Bunların içinde de en ziyade kendini
kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir.
Çünki bunlar, Risale-i Nur'dan
aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i
İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i
adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i
İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar,
rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini
sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler.
İşte buna binaen, değil yalnız
hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini
isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde
bulabilirler ve buluyorlar. Kastamonu – 123