Reşha
Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'tan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da "Reşha" olsun.Öyle bir "Reşha" ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp "Zühre" gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin.
Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya Güneş'in timsalini gözbebeğinde saklıyor.Sözler – 339
Hiçbir rengi yok ki,
Hâlis bir safveti var ki, doğrudan
doğruya Güneş'in timsalini gözbebeğinde saklıyor.
Sözler – 339
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ
ile ﻣُﺘَّﻘِﻴﻦَ arasındaki münasebete gelince: Bunların biri tahliye ﺗَﺨْﻠِﻴَﻪ , diğeri tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ dir.
Tahliye ﺗَﺨْﻠِﻴَﻪ tathir etmek ve temizlemektir.
Tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır.
Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi, daima
birbirini takib ediyorlar. Onun için kalb, takva ile
seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve
süslendirilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, tahliye-i seyyiatı
üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk; ikincisi, maasiyi terk;
üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir.
Tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, hasenat
ile olur. Hasenat da, ya kalb ile olur veya kalıb ve beden ile olur veyahut
mal ile olur. A'mal-i kalbînin şemsi, imandır. A'mal-i bedeniyenin fihristesi,
namazdır. A'mal-i maliyenin kutbu, zekattır.
İşarat-ül İ'caz – 40
Onun için kalb, takva ile seyyiattan
temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman
ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
İşarat-ül İ'caz – 40
(Enede bu tathir ve tezyin;)
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu
gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı
müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene
mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve
kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair
"Şemme" isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin
miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık
görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana
"ene" namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar
ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini
onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması
müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve
sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle
ki:
Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin
sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve
numuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup,
evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat
vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki
farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir.
İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.
Sözler – 535
(Tathir etmek ve temizlemek;)
Eğer insan benliğine mizan nazarıyla
bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfâkî malûmatı kendi malûmatı ile,
tasarrufat ve sıfât-ı İlahiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine
iade eder. Ve bu sayede ﻗَﺪْ ﺍَﻓْﻠَﺢَ
ﻣَﻦْ ﺯَﻛّٰﻴﻬَﺎ daki ﻣَﻦْ şümulüne dâhil olarak bihakkın emaneti îfa etmiş olur. Fakat kendisine müstakil nazarıyla bakmakla kendisini mâlik
itikad ederse ﻗَﺪْ ﺧَﺎﺏَ ﻣَﻦْ ﺩَﺳّٰﻴﻬَﺎ nın şümulüne dâhil olmakla
emanette hıyanet etmiş olur.
Mesnevi-i Nuriye – 200
Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf
ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren,
vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin
hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o
elif'in "iki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız
feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil,
icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o
fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını
gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât
kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve
miktarlarını bildiren mizanü'l-hararet ve mizanü'l-hava gibi mizanlar nev'inden
bir mizandır ki; Vâcibü'l-Vücud'un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını
bildiren bir mizandır.
İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve
iz'an eden ve ona göre hareket eden
ﻗَﺪْ ﺍَﻓْﻠَﺢَ ﻣَﻦْ ﺯَﻛّٰﻴﻬَﺎ
beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın
eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü
görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulûm,
nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktâki ene,
vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve
farazî mâlikiyetini terkeder.
ﻟَﻪُ
ﺍﻟْﻤُﻠْﻚُ ﻭَ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻭَ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤُﻜْﻢُ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ
der. Hakikî ubudiyetini takınır.
Makam-ı "ahsen-i takvim"e çıkar.
Sözler – 537
Tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, tezyin
etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu
gibi, daima birbirini takib ediyorlar. Onun için kalb, takva ile seyyiattan
temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
İşarat-ül İ'caz – 40
(Temizlendikten sonra iman ile tezyin;)
Emaneti bihakkın eda eder ve o
enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî
malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür.
Sözler – 537
Makam-ı "ahsen-i takvim"e
çıkar.
Sözler - 537
Eğer şu fâni dünyada beka
istiyorsan; beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki, bâki
olasın.
ﻓَﻨَﺎ
ﺷُﺪْ ﻫَﻢْ ﻓَﺪَﺍ ﻛُﻦْ ﻫَﻢْ ﻋَﺪَﻡْ ﺑِﻴﻦْ ﻛِﻪ ﺍَﺯْ ﺩُﻧْﻴَﺎ ﺑَﻘَﺎﻳَﻪ ﺭَﺍﻩْ ﻓَﻨَﺎﺩَﻥْ
Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı
seyyieden tecerrüd et. Fâni ol! Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u
Hakikî yolunda feda et. Mevcudatın ademnüma âkıbetlerini gör. Çünki şu dünyadan
bekaya giden yol, fenadan gidiyor.
ﻓِﻜِﺮْ ﻓِﻴﺰَﺍﺭْ ﻣِﻰ ﺩَﺍﺭَﺩْ ﺍَﻧِﻴﻦِ ﴿
ﻟﺎَٓ ﺍُﺣِﺐُّ ﺍﻟْﺎٰﻓِﻠِﻴﻦَ ﴾ ﻣِﻰ ﺯَﻧَﺪْ ﻭِﺟْﺪَﺍﻥْ
Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i
dünyadan hayrette kalıp, me'yusane fîzâr ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvari ﻟﺎَٓ ﺍُﺣِﺐُّ ﺍﻟْﺎٰﻓِﻠِﻴﻦَ enîniyle
mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat'-ı alâka edip, Mevcud-u Hakikî'ye
ve Mahbub-u Sermedî'ye bağlanıyor.
ﺑِﺪَﺍﻥْ ﺍَﻯْ ﻧَﻔْﺲِ ﻧَﺎﺩَﺍﻧَﻢْ ﻛِﻪ ﺩَﺭْ
ﻫَﺮْ ﻓَﺮْﺩْ ﺍَﺯْ ﻓَﺎﻧِﻰ ﺩُﻭ ﺭَﺍﻩْ ﻫَﺴْﺖْ
ﺑَﺎ ﺑَﺎﻗِﻰ ﺩُﻭ ﺳِﺮِّ ﺟَﺎﻥِ ﺟَﺎﻧَﺎﻧِﻰ
Ey nâdan nefsim! Bil ki: Çendan dünya ve mevcudat fânidir.
Fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can-ı canan olan
Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i cemalinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki: Suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...
Sözler - 216
(Tathir etmek ve temizlemek;)
BİRİNCİ NÜKTE:
Birinci defa ﻳَﺎ ﺑَﺎﻗِٓﻰ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivadan tecrid
ediyor, kesiyor. Şöyle ki: İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibariyle
mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında
hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata
karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî
Cennet'e bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat
durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azab çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti,
hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona
aittir. Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye
mâlik bir zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan sû'-i istimal ederek o
muhabbeti fâni mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor, kusurun cezasını,
firakın azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fâni
mahbubattan kat'-ı alâka etmek, o mahbublar onu terketmeden evvel o onları
terketmek cihetiyle Mahbub-u Bâki'ye hasr-ı muhabbeti ifade eden ﻳَﺎ ﺑَﺎﻗِٓﻰ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ olan birinci cümlesi: "Bâki-i Hakikî yalnız sensin.
Masiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka
ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz." manasını ifade
ediyor. "Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar;
onlar beni bırakmadan evvel ben onları ﻳَﺎ ﺑَﺎﻗِٓﻰ
ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile
mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle
onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller." demektir. İşte bu
halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde
fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbubları
adedince manevî cerihalar oluyor.
Lemalar – 14
Tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar
birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi, daima birbirini takib ediyorlar.
Onun için kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında
iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
İşarat-ül İ'caz – 40
(Temizlendikten sonra iman ile
tezyin;)
İkinci cümle olan ﻳَﺎ ﺑَﺎﻗِٓﻰ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani: ﻳَﺎ ﺑَﺎﻗِﻰ "Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen
varsın, herşey var." Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan
ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî'nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve
çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın
gölgelerinin gölgeleridir.
Lemalar – 15
(Tezkiye;)
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Kelime-i Tevhid'in tekrar ile
zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak
içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü
çevirtmektir. Maahâzâ, zâkir olan zâtta bulunan hâsse ve latîfelerin ayrı ayrı
tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle
olan alâkalarını kesmek içindir.
Mesnevi-i Nuriye – 88
hâsse ve latîfelerin ayrı ayrı
tevhidleri
Mesnevi-i Nuriye - 88
Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun
dört havâssı olan irade, zihin, his, latîfe-i Rabbaniye, herbirinin bir
gayatü'l-gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin
muhabbetullahtır. Latîfenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile,
dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu
gayatü'l-gayata sevkeder.
Hutbe-i Şamiye – 136
(Şeriat, şunları tehzib eder, tâ ki tecelliyata parlak bir âyine olup iman ile süslensinler.)
Cenab-ı Hakk'a vâsıl olacak
tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alınmıştır. Fakat tarîkatların
bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O
tarîkler içinde, kàsır fehmimle Kur'andan istifade ettiğim "Acz ve fakr ve
şefkat ve tefekkür" tarîkıdır.
Sözler – 476
(Bu tarik, tathir, tezkiye ve tezyini ifade ediyor.)
Hâtime
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür
tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına,
Kur'anın hikmetine dair olan yirmialtı aded Sözler'de geçmiştir. Yalnız şurada
bir-iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki
dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal'e
verir.
Sözler – 479
Hem şu herşeyi doğrudan doğruya
Cenab-ı Hak'tan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da
"Reşha" olsun. Öyle bir "Reşha" ki, kendi zâtında fakirdir.
Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp "Zühre" gibi kendine güvensin. Hiçbir
rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh
etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya Güneş'in timsalini gözbebeğinde
saklıyor.
Sözler – 339
(Halis bir safvet için tezkiye;)
Birinci Hatvede:
ﻓَﻠﺎَ ﺗُﺰَﻛُّﻮٓﺍ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻜُﻢْ
âyeti işaret ettiği gibi:
Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini
sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine feda
eder. Mabud'a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabud'a lâyık bir tenzih ile
nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine
lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa
eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için
ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek
ﻣَﻦِ ﺍﺗَّﺨَﺬَ ﺍِﻟٰﻬَﻪُ ﻫَﻮٰﻳﻪُ
sırrına mazhar olur. Kendini
görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu
mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie
etmemektir.
İkinci Hatvede:
ﻭَﻟﺎَ ﺗَﻜُﻮﻧُﻮﺍ ﻛَﺎﻟَّﺬِﻳﻦَ
ﻧَﺴُﻮﺍ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻓَﺎَﻧْﺴٰﻴﻬُﻢْ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻬُﻢْ
dersini verdiği gibi: Kendini
unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali
görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat
ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam
etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır. Şu makamda
tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde
nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette
düşünmek.
Üçüncü Hatvede:
ﻣَٓﺎ ﺍَﺻَﺎﺑَﻚَ ﻣِﻦْ ﺣَﺴَﻨَﺔٍ
ﻓَﻤِﻦَ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﺻَﺎﺑَﻚَ ﻣِﻦْ ﺳَﻴِّﺌَﺔٍ ﻓَﻤِﻦْ ﻧَﻔْﺴِﻚَ
dersini verdiği gibi: Nefsin
muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı
görüp; bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan
edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde
hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi,
ﻗَﺪْ
ﺍَﻓْﻠَﺢَ ﻣَﻦْ ﺯَﻛّٰﻴﻬَﺎ
sırrıyla şudur ki: Kemalini
kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede:
ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻫَﺎﻟِﻚٌ ﺍِﻟﺎَّ
ﻭَﺟْﻬَﻪُ
dersini verdiği gibi: Nefs,
kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet
dava eder. Mabuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu
hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde
mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle
ve Sâni'-i Zülcelal'in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık
itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem,
ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir
zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî'den
gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı
adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât nefsi
hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî'nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü
vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat,
esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'u bulan, herşeyi bulur.
Sözler – 477
Tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, tezyin
etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu
gibi, daima birbirini takib ediyorlar. Onun için kalb, takva ile seyyiattan
temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
İşarat-ül İ'caz – 40
(Temizlendikten sonra iman ile tezyin;)
Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât
nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî'nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü
vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat,
esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'u bulan, herşeyi bulur.
Sözler - 478
Ve kalbin bâtınına, başka
muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve
ona mahsustur.
Sözler – 640
İşte Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneş'in hararetiyle çabuk
tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki
madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın
cilvelerinden gelen bir şuâa yapışır, yanaşır. Ey
Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya Güneş'e âyinedarlık ediyorsun, sen hangi
mertebede bulunsan bulun, ayn-ı Şems'e karşı aynelyakîn bir tarzda, safi
bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Şems'in âsâr-ı
acibesini ona vermekte müşkilât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını
tereddüdsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte,
hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı,
ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı
hakikate sevketmez. Çünki sen safi, hâlis, doğrudan
doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve
âyinelerde müşahede olunan Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit
renkli akisleridir. Çendan o akisler onun unvanlarıdır, fakat bütün âsâr-ı
haşmetini gösteremiyorlar.
Sözler – 340
İşte ey tenbel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın
hakikatı; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü
gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i
Zülcelal'in huzuruna kabulündür. "Allahu Ekber" deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı
maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya
küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, ﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﻌْﺒُﺪُ hitabına (herkesin kabiliyeti nisbetinde) bir
mazhariyet-i azîmedir.
Sözler – 199
manen ve hayalen veya niyeten iki
cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip
Sözler – 199
(Huzura çıkmak için temizlenmek;)
Hem madem şu mevcudat içinde, şu umumî rububiyeti, bütün
dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı uluhiyeti, bütün hakaikı ile görecek insan
nev'i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacaktır, makasıdını
bildirecektir. Madem her insan cüz'iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip, en
yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim'in küllî hitabına bizzât muhatab
olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf
olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ insanlara
muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba
mazhar olsun. Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni'inin makasıdını en
mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin
muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda
dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Elbette bütün efrad-ı
insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûkü olacaktır ki; cismanî âlemde seyr
ü seyahat suretinde bir Mi'racı olacaktır. "Yetmiş bin perde" tabir
olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef'al ve tabakat-ı
mevcudatın arkasına kadar kat'-ı meratib edecektir. İşte Mi'rac budur.
Sözler – 568
tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar
kat'-ı meratib edecektir.
Sözler – 568
(Huzura çıkmak için;)
O (Bedîüzzaman), Nur'un hâdimidir. Eğer dünyayı istese ve
dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekat ve sadakaları ve bu
teberru' ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer'in (R.A.) dediği gibi: Sırtıma
fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah'ın habibi Muhammed-i
Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve
yarı yolda kalırım diyor. "Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim"
fermanına, "Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim"
diye verilen cevab-ı Hazret-i Risaletpenahî'ye ittiba ve imtisalen, o da dünya
ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk ve hattâ terki de terk ederek bütün
hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nâzeninini envâr-ı Kur'aniyenin intişarına sarf
ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet,
yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir
gülzar-ı kemal bulmuştur.
"Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,
Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi."
Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek,
katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.
Emirdağ-1 – 84
"Bütün eşya ve eflâki senin
için yarattım habibim" fermanına, "Ben de senin için onların hepsini
terk ve feda ettim"
Emirdağ-1 – 84
tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar
kat'-ı meratib edecektir.
Sözler – 568
(Huzura çıkmak için.)
İktisad hakkındaki risale hem
insanî, hem içtimaî, hem dinî, hem dünyevî çok güzel ahlâkî, çok hoş imanî, çok
değerli nuranî bir nasihatnamedir. Buradaki kardeşlerimizden bazılarının,
âsâr-ı Nur hakkındaki ihtiyarsız şu sözleri, ne kadar yerindedir. Diyorlar ki:
Bu mübarek eserlerden biri okununca, içimizden "Bundan daha yüksek eser
olamaz" dediğimiz halde, ikincisini dinlediğimiz zaman bakıyoruz ki, bu
evvelkinden daha ulvî ve nurludur.
Ben de diyorum ki: Ey ihvan!
Risale-i Nur'un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini
dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse,
imanını kurtaracak hakikatları onda bulur. Çünki
her cüz'ün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere
sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitabda bizdeki hakikatların da uçları,
kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz'-i
ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve
bilebilirsin.
Barla - 306