Zelzele: Nev'-i İnsanı Uyandırmak ve Dehşetli Tuğyanından Vazgeçirmek ve Tanımak İstemedikleri Kâinat Sultanını Tanıttırmak İçin
Bugünlerde
hastalığım itibariyle kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile
zemin zelzele ile ve fırtına ile gazab-ı İlahîyi haber vermek nevinden hiddet
ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler.
Ben de bundan bir manevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: "Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hata-yı umumî mi meydana geldi?"
Emirdağ-2 – 71
za'f-ı
imandan gelen tuğyan, ekser musibet-i âmmeyi celbettiği
Kastamonu - 131
(Medar-ı ibret ve hayret bir hâdisedir)
Risale-i Nur'un
erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: "Adapazarı zelzelesinin aynı
gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir
büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak
alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında
toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire
arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı,
mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi."
Ben, dünyanın bu
nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat
bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve
Hüsrev ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta'nın gürültülü zelzelesi, karşısında
Risale-i Nur'u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve
Risale-i Nur'a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has
kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilayetlere
giren ve Adapazar'a girmeyen Risale-i Nur'un
ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle,
Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.
Kastamonu – 262
Sual:
Yerin korkudan titremesi ve hiddeti neden Rus'a gelmiyor ve yalnız...?
Cevab:
Çünki nesholup
tahrif olmuş bir dine karşı, dinsizlik ile ihanet başkadır. Ve hak ve ebedî bir dine karşı ihanet ise yeri titretiyor,
kızdırıyor.
Kastamonu - 13
Memur olmayan veya
hususî, şahsı itibariyle hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek
çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat
cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur.
Eğer memur
ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir
umumî tokada vesile olur.
Ya
zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir
vesile olur.
Kendisi,
zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.
Hem eğer dinsizlik
hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa
ﺍَﻟﻈُّﻠْﻢُ ﻟﺎَ ﻳَﺪُﻭﻡُ ﻭَﺍﻟْﻜُﻔْﺮُ ﻳَﺪُﻭﻡُ
kaidesince, küfür
derecesine giren öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te'hir edilir;
ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca ta'cil edilmez.
Emirdağ-1 – 76
Misalîler meclisi, o
meclisin reisi tekrar sordu; hem dedi:
"Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı
Hangi
ef'alinizle kazaya, hem kadere şöyle fetva verdiniz ki, kaza-i İlahî musibetle
hükmetti, sizleri hırpaladı?
Hata-i
ekseriyet olur sebeb daima musibet-i âmmeye." Dedim: Beşerin dalalet-i
fikrîsi, Nemrudane inadı,
Firavunane
gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı
hilkate. Semavattan indirdi
Tufan,
taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek
ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi,
Nev'en
umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi,
hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı...
Hissemizin
sebebi; erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmidört
saatten bir saati istedi,
Beş vakit
namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi.
Tenbellikle terkettik, gafletle ihmal oldu.
Şöyle de
ceza gördük: Beş senede, yirmidört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve
koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede
yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş
sene cebren oruç tutturdu.
Kendi
verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekat istedi. Buhl ile hem
zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.
O da
bizden aldırdı müterakim zekatı, haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır.
Ceza, cins-i ameldir.
Sâlih amel ikiydi:
Biri müsbet ve
ihtiyarî, biri menfî ızdırarî. Bütün âlâm, mesaib, a'mal-i sâlihadır; lâkin
menfîdir, ızdırarî. Hadîs teselli verdi.
Bu
millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili, şu milletin humsu dört milyonu
çıkardı
Derece-i velayet,
mertebe-i şehadetle gazilik verdi, günahı sildi.
Bu meclis-i âlî-i
misalî, bu sözü tahsin etti.
Sözler – 715
Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya
dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünki
ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı
insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peyda
ediyor.
Hem deme: "Ben de herkes gibiyim." Çünki herkes sana
kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek
olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.
Hem
kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle
baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin.
Nasıl sen
nizamsız, gayesiz kalabilirsin?
Zelzele
gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.
Meselâ: Zemine
nebatat ve hayvanat enva'ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde,
gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle,
hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde
kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bâhusus ehl-i
imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz
silkmeye benzeyen zelzele gibi
{(Haşiye): İzmir'in
zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.}
mevt-âlûd
hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî
zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebaen mensur
gösterip, müdhiş bir ye'se atarlar.
Hem büyük bir hata,
hem büyük bir zulüm ederler.
Belki öyle
hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka
hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir.
Nasılki bir gün
gelecek, şu musahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd,
şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük
bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i
şirki Cehennem'e döker. Ehl-i şükre "Haydi, Cennet'e buyurun" der.
Sözler – 170
İKİNCİ NOKTA:
ﺍَﺣْﺴَﻦَ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺧَﻠَﻘَﻪُ
âyetinin bir sırrını
izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde,
hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır.
Evet
kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir.
Veya
neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım
hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir.
Fakat o
zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Ezcümle:
Bahar mevsiminde
fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve
muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı,
hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı
olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar
çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle
beraber, o kış perdesi altında nâzenin taze güzel bir bahara yer ihzar
etmektir.
Fırtına,
zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî
çiçeklerin inkişafı vardır.
Tohumlar
gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen
hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.
Güya umum
inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Fakat insan, hem
zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık
cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna
hükmeder.
Halbuki eşyanın
insana aid gayesi bir ise, Sâni'inin esmasına aid binlerdir.
Meselâ: Kudret-i
Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız
telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.
Meselâ: Atmaca kuşu
serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun
istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız
telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli
gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Sözler – 231
İşte enaniyetine
itimad eden, zulümat-ı gaflete düşen, dalalet karanlığına mübtela olan adam; o
vakıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-âlûd
malûmat ile zaman-ı maziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir
zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir
vahşetgâh gösterir.
Hem
herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u musahharı olan hâdisat ve
mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir.
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻛَﻔَﺮُٓﻭﺍ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺅُﻫُﻢُ
ﺍﻟﻄَّﺎﻏُﻮﺕُ ﻳُﺨْﺮِﺟُﻮﻧَﻬُﻢْ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻈُّﻠُﻤَﺎﺕِ
hükmüne mazhar eder.
Eğer
hidayet-i İlahiye yetişse, iman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa,
Kitabullah'ı dinlese, o vakıada
ikinci halime benzeyecek.
O vakit birden
kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlahî ile dolar. Âlem
ﺍَﻟﻠّٰﻪُ ﻧُﻮﺭُ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ
âyetini okur. O
vakit zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebinin veya
evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti îfa eden ervah-ı sâfiye
cemaatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle "Allahu Ekber" diyerek
makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile
görür.
Sol tarafına bakar
ki; dağlar-misal bazı inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet'in bağlarındaki
saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmaniyeyi o nur-u iman ile uzaktan
uzağa fark eder.
Ve fırtına
ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer musahhar memur bilir.
Bahar fırtınası ve
yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latîf hikmetlere medar görüyor.
Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin
kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikatı temsile tatbik
et...
Sözler – 314
Hem dünya
sahibsiz değil ki, sen kendi
kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; Çünki onun
sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma,
karıştırma.
Hem
insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değiller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i
Rahîm'in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlerini düşünüp, ruhuna elem
çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.
Hem sana
düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar
bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler.
O
Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir
nevi lütuf var."
Sözler - 636
Ondördüncü Söz'ün Zeyli
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍِﺫَﺍ ﺯُﻟْﺰِﻟَﺖِ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﺯِﻟْﺰَﺍﻟَﻬَﺎ
٭ ﻭَﺍَﺧْﺮَﺟَﺖِ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﺍَﺛْﻘَﺎﻟَﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﻗَﺎﻝَ ﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥُ ﻣَﺎﻟَﻬَﺎ ٭ ﻳَﻮْﻣَﺌِﺬٍ
ﺗُﺤَﺪِّﺙُ ﺍَﺧْﺒَﺎﺭَﻫَﺎ ٭ ﺑِﺎَﻥَّ ﺭَﺑَّﻚَ ﺍَﻭْﺣٰﻰ ﻟَﻬَﺎ ٭ ﺍﻟﺦ
Şu sure kat'iyyen ifade ediyor ki:
Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazen de titriyor.
[Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz'î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.]
Birinci Sual:
Bu büyük zelzelenin
maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin
devamından gelen korku ve me'yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını
selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?
Yine manevî cevab:
Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş'e ve sürur ile
sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazen kızların sesleriyle radyo
ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane
işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.
İkinci Sual:
Niçin gâvurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?
Elcevab:
Büyük hatalar ve cinayetler
te'hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta'cil ile küçük merkezlerde
verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı
a'zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te'hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen
bu dünyada cezası verilir.
{(Haşiye): Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk
etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde
gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet
ediyor.}
Üçüncü Sual:
Bazı
eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle
girmesinin sebebi nedir?
Elcevab:
Umumî
musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim
eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen
iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Dördüncü Sual:
Madem bu zelzele
musibeti, hataların neticesi ve keffaretü'z-zünubdur. Masumların ve
hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?
Yine manevî canibden
elcevab:
Bu mes'ele sırr-ı
kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar
denildi:
ﻭَﺍﺗَّﻘُﻮﺍ ﻓِﺘْﻨَﺔً ﻟﺎَ ﺗُﺼِﻴﺒَﻦَّ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ
ﻇَﻠَﻤُﻮﺍ ﻣِﻨْﻜُﻢْ ﺧَٓﺎﺻَّﺔً
Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit
yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar."
Şu âyetin sırrı
şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve
mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ
müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller
esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam
kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî
terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.
Madem mazlum, zalim
ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri
nedir?
Bu suale karşı
cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet
içinde onlara bir rahmet cilvesi var.
Çünki o
masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne
geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir
nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan
büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab
içinde bir rahmettir.
Beşinci Sual:
Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?
Elcevab:
Kadîr-i Zülcelal,
herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor.
Bir unsurun bir tek vazifesinde, bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa
da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir.
Eğer bu tek çirkin
netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden
men'edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terkedilir.
Ve lüzumlu bir hayrı
yapmamak, şer olması haysiyetiyle; o hayırlar adedince şerler yapılır.
Tâ bir tek şer
gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur.
Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.
Madem bir
kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü
isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür.
Elbette o
cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî
vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı
hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Altıncı Sual:
Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikatı var mıdır?
Elcevab:
Dalaletten
başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş,
muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler enva'ın bir
tek nev'i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından bir tek ferdin yüzer
a'zâsından bir tek uzvu olan kanadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine
mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil
hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın
ehemmiyetli ef'al ve ahvali belki hiçbir şeyi, -cüz'î olsun küllî olsun- irade
ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz.
Fakat
Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor.
Zelzeleyi
irade ettiği vakit, bazen de bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi
madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz.
Meselâ: Bir adam bir
tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun
ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu
zayi' etmek; ne derece belâhet ve divaneliktir.
Aynen öyle
de: Kadîr-i Zülcelal'in musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi
olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir
bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için "ateşlendir" diye
olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.
Altıncı Sualin
Tetimmesi ve Haşiyesi:
Ehl-i dalalet ve
ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın
intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir
temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder.
Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü,
zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve
Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın,
bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile
kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev'-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek
ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz,
kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî
gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev'-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini,
kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir
surette gösterdiği halde;
insan suretinde bir
kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye
karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: "Tabiattır; bir
madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki,
Amerika'da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde
ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş" diye manasız
hezeyanlar ediyorlar.
Dalaletten gelen
hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle
bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer
perdedirler.
Dağ gibi bir çam
ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve
tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: "İşte bu ağaç bundan
çıkmış" diye Sâni'inin o çamdaki gösterdiği bin mu'cizatı inkâr eder
misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık'ın
ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir.
Bazen gayet derin ve
bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir
nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız
kaldı.
İşte gel! Belâhet ve
hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve
hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i
meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: "Bu budur" der. Meselâ: "Güneşin
bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.
Hem birer irade-i
külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin unvanları
bulunan ve "âdetullah" namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine,
hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca' eder. O
irca' ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe,
tabiata havale eder. Ebucehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir.
Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye
isnad edip; kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan
alâkasını keser misillü âsi bir divane olur.
Hem meyvedar bir
ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok
mu'cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları
yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: "Bu işler, tabiî ve
tesadüfî olarak bundan olmuş." O ustanın hârika san'atlarını, hünerlerini
hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de...
Yedinci Sual:
Bu hâdise-i arziye,
bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile
anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?
Elcevab:
Bu hâdise, hem
şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması;
hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri
uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle bu
hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve
niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.
Bîçare Erzincan gibi
yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:
Biri:
Hataları az olmak
cihetiyle temizlemek için ta'cil edildi.
İkincisi:
O gibi
yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya
tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i
faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var.
Sözler – 171
Sabri'nin tabiri ve
istihracıyla, Sure-i Ve'l-Asr işaretine muvafık olarak Risale-i
Nur, Anadolu'yu Cebel-i Cudi'de sefine gibi ve Isparta ve Kastamonu'yu âfât-ı
semaviye ve arziyeden muhafazalarına bir vesile olduğunu ve "Risale-i
Nur'a ilişmesinler, yoksa yakından bekleyen âfetler geleceklerini bilsinler,
akıllarını başlarına alsınlar." bu musibetten biraz evvel tekrar
ile söylüyordum ve size de o mektublar gönderilmişti.
Şimdi aldığım haber:
Kastamonu, civarı, kal'ası, Risale-i Nur'un matemini tutmuş gibi ağlamış ve
zelzele ile sıtma tutmuş, inşâallah yine Risale-i Nur'a
kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.
Şualar – 308
Hem siz,
hem onlar bilsinler ki sadaka belayı def'ettiği gibi; Risale-i Nur Anadolu'dan,
hususan Isparta, Kastamonu'dan âfât-ı semaviye ve arziyenin def' u ref'ine
vesiledir. Evet Sabri'nin
ﻳَٓﺎ ﺍَﺭْﺽُ ﺍﺑْﻠَﻌِﻰ...ﻭَﺍﺳْﺘَﻮَﺕْ ﻋَﻠَﻰ
ﺍﻟْﺠُﻮﺩِﻯِّ
âyetinden istihrac
ettiği mana, haktır ve mutabıktır.
Evet
Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu'yu Cebel-i Cudi hükmüne getirip, küre-i
arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebebdir.
Çünki
za'f-ı imandan gelen tuğyan, ekser musibet-i âmmeyi celbettiği gibi; imanı
fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine
bırakmağa rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu.
Bu ehl-i dünya, bu
Anadolu halkı Risale-i Nur'a girmeseler de ilişmesinler.
Eğer ilişseler;
yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilasına
uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar.
Madem biz onların
dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece âhiretimize
karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir.
Kastamonu – 131