Manevî Yağmur
Hiçbir
insanın Cenab-ı Hakk'a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de
haddi yoktur. Çünki şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı
âlemde binlerce hikmet vardır.
O ferdi
irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin
hikmet feda edilemez.
ﻭَ ﻟَﻮِ ﺍﺗَّﺒَﻊَ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﺍَﻫْﻮَٓﺍﺀَﻫُﻢْ
ﻟَﻔَﺴَﺪَﺕِ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕُ ﻭَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ
Eğer her
ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.
Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun?
Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun?Ne
biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın.
Senin ne
kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin
için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!..
Mesnevi-i Nuriye –
192
Eğer denilse:
"Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler; o ihatalı rahmete münafîdir, bulandırıyor."
Elcevab:
Risale-i Kader gibi
Nur'un risalelerinde bu dehşetli suale tam cevab verilmiş. Onlara havale ile,
kısacık bir işareti şudur:
Herbir
unsurun, herbir nev'in, herbir mevcudun, küllî ve cüz'î müteaddid vazifeleri ve
o herbir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası,
maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler.
Ve az bir
kısmı, kabiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye
müstehak olanlara veya çok hayırları sünbül vermeye vesile olanlara rastgelir.
Zahirî, cüz'î bir şer, bir çirkinlik olur; bir merhametsizlik görünür.
Eğer o cüz'î şer
gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve küllî mevcud o vazifesinden
men'edilse; o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücud bulmaz. Bir
hayrın ademi şer ve bir güzelliğin bozulması çirkinlik olması itibariyle; o
neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul bulur.
Demek bir
tek şer gelmemek için yüzer şerler, merhametsizlikler irtikâb edilir ki; bütün
bütün hikmete, maslahata, rububiyetteki rahmete muhalif düşer.
Meselâ: Kar, soğuk,
ateş, yağmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatları içinde bazı
dikkatsiz ve ihtiyatsızlar, sû'-i ihtiyarlarıyla kendileri hakkında şer yapsa;
meselâ elini ateşe soksa, ateşin hilkatinde rahmet yoktur dese; ateşin hadd ü
hesaba gelmeyen hayırlı, maslahatlı, merhametli faydaları onu tekzib edip
ağzına vurur.
Hem
insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve âkıbeti görmeyen hissiyatı, kâinatta
cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk
ve mizan olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir
kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür.
Fakat iman
gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler
ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri
üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki
insan nev'ini bir kâinat-ı suğra ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede
eder.
Bütün ruh
u canıyla
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠّٰﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ
٭ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ ٭ ﻣَﺎﻟِﻚِ ﻳَﻮْﻡِ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ
der.
Şualar – 610
ﺍَﺣْﺴَﻦَ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺧَﻠَﻘَﻪُ
âyetinin bir sırrını
izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde,
hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır.
Evet
kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir.
Veya
neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım
hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında
gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Ezcümle:
Bahar mevsiminde
fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve
muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı,
hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı
olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar
çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle
beraber, o kış perdesi altında nâzenin taze güzel bir bahara yer ihzar
etmektir.
Fırtına,
zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî
çiçeklerin inkişafı vardır.
Tohumlar
gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen
hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.
Güya umum
inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Fakat insan, hem
zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme
ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise,
Sâni'inin esmasına aid binlerdir.
Meselâ: Kudret-i
Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız
telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.
Meselâ: Atmaca kuşu
serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun
istidadı, o taslit ile inkişaf eder.
Meselâ: Kar'ı, pek
bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o
kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif
edilmez.
Hem insan hodgâmlık
ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme
ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder.
Meselâ âlet-i
tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i
hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san'ata ve gayat-ı fıtrata bakan
yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona
hiç temas etmez.
Sözler – 231
Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır.
Tohumlar
gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen
hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.
Güya umum
inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Sözler – 231
[Bu makama ait gayet
mühim iki şıklı bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevabdır.]
Sualin Birinci
Şıkkı:
Bu makamda
diyorsun ki: Kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir.
Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve
beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?
Elcevab:
Çok
güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir
güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir
çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa
çirkindir.
Meselâ; vâhid-i
kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur; pek çok
mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder.
Nasılki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla
ziyanın dereceleri tezahür eder.
Aynen öyle
de: Cüz'î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar
ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.
Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünki, neticelerin çoğu güzeldir.
Evet yağmurdan zarar
gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini
hükümden ıskat etmez; rahmeti zahmete çeviremez.
Amma fena ve zeval
ve mevt ise, Yirmidördüncü Mektub'da gayet kuvvetli ve kat'î bürhanlar ile
isbat edilmiş ki: Onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne
ve şümullü hayra münafî değiller, belki muktezalarıdırlar.
Hattâ
şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve
mücahedeye sebeb olduğundan, o nev'in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir.
Hem hattâ
kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir
ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir.
Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden burada bir
kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Sualin ikinci şıkkı:
{(Haşiye):
Bu ikinci şıkkın cevabı çok mühimdir, çok evhamı izale eder.}
Haydi şeytana ve
kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat
Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i
Alelıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz'î ferdleri ve şahısları musibete, şerre,
çirkinliğe mübtela ediyor?
Elcevab:
Ne kadar iyilik ve
güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak'ın hazine-i
rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir.
Ve musibet ve şerler
ise, saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin
mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz'î
neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve
riayet etmek için o şerli, cüz'î neticeleri dahi halkeder.
Fakat o
cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hâssa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı
hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere
giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir.
Ve fâil-i
muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu
ve umum kanunları dahi, daima irade ve ihtiyarına tâbi' bulunmalarını ve o
kanunların tazyikinden feryad eden ferdleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve
imdadlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıdsız ve
hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah
düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz'î
neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî
tecelliyat kapılarını açmıştır.
Bu ikinci alâmet-i
tevhid Siracünnur'un belki yüz yerlerinde beyan edildiğinden, burada hafif bir
işaretle iktifa ettik.
Şualar – 30
Eğer desen:
"Birinci Mebhas'ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır.
Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki
musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor."
Elcevab:
Ey şiddet-i
şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz;
adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün
maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. Madem adem şerr-i
mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât
dahi şerri tazammun eder.
Onun için,
vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet
buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı
alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat'ın
nukuş-u esmasını güzelce gösterir.
İşte şu
hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde
bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı
adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor.
Zira
tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde
birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhasıl:
Madem
hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir.
Meselâ: Gayet
zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mahir bir zât; âsâr-ı
san'atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı,
modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa',
musanna' yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir,
tebdil eder.
Hem her nevi
san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli
miskin adam o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet
veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi
bozuyorsun" demeğe hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık
ettin" diyebilir mi?
İşte onun
gibi Sâni'-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi
havâs ve letaif ile murassa' olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın
nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde
değiştirir.
Elemler,
musibetler nev'inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için
lemaat-ı hikmet içinde bazı şuâat-ı rahmet ve o şuâat-ı rahmet içinde latîf
güzellikler vardır.
Sözler – 472
Cenab-ı Hak
musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ
hayvanlara bu zulüm değil mi?
Elcevab:
Hâşâ! Mülk
Onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder.
Hem acaba: San'atkâr
bir zât, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet san'atkârane yaptığı
murassa' bir libası sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için
kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor.. seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona
diyebilir misin ki: "Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana,
oturtup kaldırmakla zahmet verdin"? Elbette diyemezsin. Dersen, divanelik
edersin.
Aynen öyle
de: Sâni'-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa' gayet
san'atkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını
göstermek için seni hasta eder, mübtela eder, aç eder, tok eder, susuz eder..
bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i
esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor.
Sen eğer desen:
"Beni ne için bu mesaibe mübtela ediyorsun?" Temsilde işaret edildiği
gibi, yüz hikmet seni susturacak.
Zâten
sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır.
Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır.
Hayat,
harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder.
Hayat
cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur,
inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem
olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.
Mektubat – 44
Hayat
musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki
eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.
Yeknesak
istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan
ademe yakındır ve ona gider.
Lemalar – 9
Cenab-ı
Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir
acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir.
Hem hadsiz
nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halketmiş ki, hadsiz
cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir
makine hükmünde yaratmış.
Ve o
makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı,
vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır.
Âdeta
insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar
olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.
Bunda
sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi' emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi
çok cihetlerle vazifelerine sevkeder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.
Öyle de:
Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyic ve muharrik ârızalar ile o
makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder.
Mahiyet-i
insaniyede münderic olan acz ve za'f ve fakr madenini işlettiriyor.
Bir lisan
ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti
verir.
Güya insan
o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem
olur.
Sahife-i
hayatında veyahut Levh-i Misalî'de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i
İlahiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip,
vazife-i fıtratını îfa eder.
Lemalar – 13
Güya umum
inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Sözler – 231
Mahiyet-i
insaniyede münderic olan acz ve za'f ve fakr madenini işlettiriyor.
Lemalar - 13
ÜÇÜNCÜ DEVA:
Ey tahammülsüz
hasta! İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet almak için gelmediğine,
mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval
ve firakta yuvarlanması şahiddir.
Hem insan, zîhayatın
en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı
hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla,
hayvana nisbeten en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat
geçiriyor.
Demek
insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür
geçirmek için gelmemiştir. Belki
azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir
hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline
verilen sermaye de ömürdür.
Eğer
hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti
unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i
heva boş yere sarfettiriyor.
Hastalık
ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut
değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün,
kabre gideceğini bil, öyle hazırlan."
İşte
hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir
mürşiddir.
Ondan
şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse, sabır
istemek gerektir.
Lemalar – 206
ONBEŞİNCİ DEVA:
Ey âh ü enîn eden
hasta! Hastalığın suretine bakıp âh! eyleme. Manasına bak oh! de. Eğer hastalığın manası güzel birşey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm
en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi.
Halbuki hadîs-i
sahihte vardır ki:
ﺍَﺷَﺪُّ ﺍﻟﻨَّﺎﺱِ ﺑَﻠﺎَﺀً ﺍَﻟْﺎَﻧْﺒِﻴَٓﺎﺀُ
ﺛُﻢَّ ﺍﻟْﺎَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺀُ ﺍَﻟْﺎَﻣْﺜَﻞُ ﻓَﺎﻟْﺎَﻣْﺜَﻞُ
-ev kema kal- yani: "En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar,
insanların en iyisi, en kâmilleridirler."
Başta
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat
çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmaniye nazarıyla
bakmışlar; sabır içinde şükretmişler.
Hâlık-ı
Rahîm'in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev'inden görmüşler.
Sen ey âh u fîzâr
eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır
içinde şükret.
Yoksa şekva etsen,
onlar seni kafilelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin çukurlarına düşersin!..
Karanlıklı bir yolda gideceksin.
Evet hastalıkların
bir kısmı var ki; eğer ölümle neticelense, manevî şehid hükmünde şehadet gibi
bir velayet derecesine sebebiyet verir.
Ezcümle: Çocuk
doğurmaktan gelen hastalıklar {(Haşiye): Bu hastalığın manevî şehadeti
kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.} ve karın sancısıyla, gark
ve hark ve taun ile vefat eden, şehid-i manevî olduğu gibi, çok mübarek
hastalıklar var ki, velayet derecesini ölümle kazandırır.
Hem hastalık, dünya
aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için
gayet elîm ve acı olan müfarakatı tahfif eder; bazan da sevdirir.
Lemalar – 213
Asıl musibet ve
muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı
İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.
Fakat dinî
olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı
Rahmanîdir.
Nasılki çoban,
gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler
ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler.
Öyle de
çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı
keffaretü'z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve
za'fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.
Musibetin hastalık
olan nev'i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı
Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: "Ermiş bir ağacı silkmekle
nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor."
Hazret-i
Eyyüb Aleyhisselâm münacatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i
lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa taleb
eylemiş.
Biz, o münacat ile
-birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet
etmeliyiz.
Maddî
hastalıklar için ubudiyete mani' olduğu zaman iltica edebiliriz.
Fakat
mu'terizane, müştekiyane bir surette değil, belki mütezellilane ve istimdadkârane
iltica edilmeli.
Madem onun
rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kaza ve
kaderine itirazı işmam eder bir tarzda "Ah! Of!" edip şekva etmek;
bir nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkid eden, başını
örse vurur kırar.
Rahmeti
ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli
istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor.
Öyle de:
Musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak,
musibeti ikileştiriyor.
Lemalar – 11
Maddî
hastalıklar için ubudiyete mani' olduğu zaman iltica edebiliriz.
Lemalar – 12
YİRMİBEŞİNCİ DEVA:
Ey hasta kardeşler!
Siz gayet
nâfi' ve her derde deva ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı
inkişaf ettiriniz.
Yani tövbe
ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan
gelen ilâcı istimal ediniz.
Evet dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden güya âdeta ehl-i
gafletin dünya gibi büyük, hasta, manevî bir vücudu vardır.
İman ise, o dünya gibi zeval ve firak
darbelerine, yara ve bere içinde olan o manevî vücuduna birden şifa verip; yaralardan kurtarıp, hakikî şifa verdiğini pek
çok risalelerde kat'î isbat etmişiz.
Başınızı ağrıtmamak
için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise, feraizi mümkün
oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor.
Gaflet ve
sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini
meneder.
Hastalık
madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyflere gitmeye mani
oluyor; ondan istifade ediniz.
Hakikî
imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından tövbe ve istiğfar ile, dua ve niyaz
ile istimal ediniz.
Cenab-ı Hak sizlere
şifa versin, hastalıklarınızı keffaretü'z-zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn...
Lemalar - 220
Güya umum
inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Sözler – 231
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ
Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim!
İki gündür hem
başımda, hem a'sabımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece
dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet almağa ihtiyacım içinde acib tecrid ve
yalnızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekva kalbe geldi: "Neden bu tazib oluyor, hizmetimize faidesi nedir?"
Birden bu
sabah kalbe ihtar edildi ki:
Siz bu
şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa "Altun mu, bakır
mı?" diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin
hisseleri ve desiseleri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf
hak ve hakikat namına olan hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve
inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor.
Çünki
böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve bahaneci insafsız muarızların karşısında
teşhir edilmesinden herkes anladı ki: Hiçbir hile, hiçbir enaniyet, hiçbir
garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve
hakikattan geliyor.
Eğer perde
altında kalsaydı, çok manalar verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad
etmezdi. "Belki bizi kandırırlar" der ve havas kısmı dahi vesvese
ederdi.
Belki bazı
ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimad kazanmak için böyle yapıyorlar
diye daha tam kanaat etmezlerdi.
Şimdi
imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz
bir, kârınız bindir inşâallah.
Said Nursî
Şualar - 522