Ramazan-ı Şerifteki Orucun Hikmetlerinden
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor.
Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz
fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez.
Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve
musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret
olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemutane kendini ebedî
tahayyül eder gibi dünyaya saldırır.
Şedid bir hırs ve tama' ile ve
şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır.
Her lezzetli ve menfaatli şeylere
bağlanır.
Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye
eden Hâlıkını unutur.
Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
Mektubat – 400
İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda
keyfemayeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği
gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevî hayatını
da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane
dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.
Mektubat – 403
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor,
firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda
kalır.
Mektubat – 404
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş: "Ben benim, sen sensin!" Azab
vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş.
Yine demiş: "ENE ENE, ENTE ENTE." Hangi nevi azabı
vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş.
Mektubat – 404
Nefs-i emmareme bir sille-i te'dib:
Ey fahre meftun, şöhrete mübtela,
medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren
incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün
siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve
onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım
olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura
belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme
müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i
ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun,
gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle
gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret
değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir.
Senin kemalin hodbinlik değil, hudâbinliktedir.
Evet sen benim cismimde, âlemdeki
tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için
yaratılmışsınız. Yani fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.
Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette
kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız.
Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı
Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i
fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre
kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest,
tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.
Sözler – 230
ﺑِﺴْﻢِ
ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍِﻥَّ
ﺍﻟﻨَّﻔْﺲَ ﻟَﺎَﻣَّﺎﺭَﺓٌ ﺑِﺎﻟﺴُّﻮﺀِ
Meali: {(Haşiye): Bu parçanın da herkese faidesi var.} "Nefis daima kötü şeylere sevkeder."
âyetinin, hem de
ﺍَﻋْﺪٰﻯ ﻋَﺪُﻭِّﻙَ ﻧَﻔْﺴُﻚَ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺑَﻴْﻦَ
ﺟَﻨْﺒَﻴْﻚَ
mana-yı şerifi: "Senin en
zararlı düşmanın nefsindir." hadîsinin bir nüktesidir.
Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak
şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zahirî
sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima
kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki
avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla
nefsini medh ve tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre
ﻣَﻦِ
ﺍﺗَّﺨَﺬَ ﺍِﻟٰﻬَﻪُ ﻫَﻮٰﻳﻪُ
âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü
ve sevdirmesi ise, aksü'l-amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür. Hem
amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve
neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse
mağlub olup; yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene
hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta
ders aldığı Amme Cüz'ünü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi; elmas
kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek
için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki
lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasaret eder.
ﺍَﻟﻠّٰﻬُﻢَّ ﺍﺣْﻔَﻈْﻨَﺎ ﻣِﻦْ ﺷَﺮِّ ﺍﻟﻨَّﻔْﺲِ
ﻭَﺍﻟﺸَّﻴْﻄَﺎﻥِ ﻭَﻣِﻦْ ﺷَﺮِّ ﺍﻟْﺠِﻦِّ ﻭَﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ
Lemalar – 275
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
ﺍِﺫَﺍ ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﺑِﻘَﻮْﻡٍ ﺧَﻴْﺮًﺍ ﺍَﺑْﺼَﺮَﻫُﻢْ ﺑِﻌُﻴُﻮﺏِ ﺍَﻧْﻔُﺴِﻬِﻢْ
Kur'an-ı Hakîm'de Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm demiş:
ﻭَﻣَٓﺎ ﺍُﺑَﺮِّﺉُ ﻧَﻔْﺴِﻰ ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻨَّﻔْﺲَ ﻟَﺎَﻣَّﺎﺭَﺓٌ
ﺑِﺎﻟﺴُّٓﻮﺀِ
Evet nefsini beğenen ve nefsine
itimad eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. Öyle ise, sen
bahtiyarsın. Fakat bazan olur ki, nefs-i emmare, ya levvameye veya mutmainneye
inkılab eder; fakat silâhlarını ve cihazatını a'saba devreder. A'sab ve
damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmare çoktan öldüğü halde,
onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne
iken, nefs-i emmareden şekva etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken,
emraz-ı kalbden vaveylâ etmişler. İşte bu zâtlardaki, nefs-i emmare değil,
belki a'saba devredilen nefs-i emmarenin vazifesidir.
Mektubat – 329
Üçüncü Mes'ele:
Bir kardeşimiz kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir mes'eledir. Belki size faidesi olur diye yazdık.
Bir zaman evliya-i azîmeden nefs-i emmaresinden
kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i
nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum.
Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve
daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve
damar ve a'sab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son
tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre
kadar devam ettiren, bir manevî nefs-i emmareyi gördüm.
Ve anladım ki, o mübarek zâtlar hakikî nefs-i emmareden
değil; belki mecazî bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki,
İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmareden haber veriyor. Bu ikinci nefs-i
emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini
anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız
tokatlar ve elemler ile nefret edip veya tam bir fedailikle her hissini
maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkânları gibi herşeyini, enaniyetini
bıraksın.
Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak
ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle
seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor.
Kastamonu – 233
ALTINCI MES'ELE:
Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar
dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz."
Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden
istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra
ﻣِﻦْ ﻓِﺘْﻨَﺔِ ﺍﻟﺪَّﺟَّﺎﻝِ ﻭَ ﻣِﻦْ ﻓِﺘْﻨَﺔِ
ﺍٰﺧِﺮِ ﺍﻟﺰَّﻣَﺎﻥِ
vird-i ümmet olmuş.
Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar
ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya'da hamamlarda
kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe
fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve
fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir
sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve
kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri
etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz,
günah dahi olmaz.
Şualar – 584
YİRMİBEŞİNCİ DEVA:
Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi' ve her derde deva ve
hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani
tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve
imandan gelen ilâcı istimal ediniz. Evet dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden
güya âdeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, manevî bir vücudu vardır. İman
ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o manevî
vücuduna birden şifa verip; yaralardan kurtarıp, hakikî şifa verdiğini pek çok
risalelerde kat'î isbat etmişiz.
Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise,
feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı
meşrua, o tiryakın tesirini meneder.
Lemalar – 220
Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl
hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri
kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i
dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine
girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün
letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye musahhar
edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur.
Sözler – 322
Meselâ: Göz bir hâssedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile
seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk'a satmayıp belki nefis
hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları
seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr
olur. Eğer gözü, gözün Sâni'-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni
dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir
mütalaacısı ve şu âlemdeki mu'cizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu
Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm'ine
satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit
midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer
Rezzak-ı Kerim'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye
hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir
müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede? Kâinat
anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin
mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir
fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve a'zâları kıyas etsen
anlarsın ki: Hakikaten mü'min Cennet'e lâyık ve kâfir Cehennem'e muvafık bir
mahiyet kesbeder. Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi:
Mü'min, imanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istimal
etmesidir. Ve kâfir, hıyanet edip nefs-i emmare hesabına
çalıştırmasıdır.
Sözler – 27
İKİNCİ İŞARET: SUAL:
Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri
ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehennem'e girmeleri, gayet müdhiş
ve çirkin görünüyor. Acaba Cemil-i Alelıtlak ve Rahîm-i
Mutlak ve Rahman-ı Bil-Hakk'ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve
dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?
Şu mes'eleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
Elcevab:
Şeytanın vücudunda cüz'î şerler ile
beraber bir çok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır.
Evet bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i
insaniyedeki istidadda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden şemse
kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir
muamele iktiza eder.
Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede
ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur.
Yoksa, melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O
halde insan nev'inde, binler enva' hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i
cüz'î gelmemek için bin hayrı terketmek, hikmet ve adalete münafîdir. Çendan
şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet,
ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz. Nasılki bin ve on çekirdeği
bulunan bir zât, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar
etse; ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin
o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe
indirir.
Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı
mücahede ile, yıldızlar gibi nev'-i insanı şereflendiren ve tenvir eden
on insan-ı kâmil yüzünden o nev'e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette
haşerat nev'inden sayılacak derecede süfli ehl-i dalaletin küfre girmesiyle
insan nev'ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve
hikmet ve adalet-i İlahiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey ehl-i iman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız:
Kur'an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı
İlahiyeye ilticadır.
Lemalar – 71
Nefs ve şeytanlara karşı
mücahede ile
Lemalar – 71
Nefs-i emmare tahrib ve şer
cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek
azdır ve cüz'îdir. Evet, bir haneyi bir günde harab eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eğer enaniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i
İlahiyeden istese, şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar
ederek tam abd olsa; o vakit
ﻳُﺒَﺪِّﻝُ
ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﺳَﻴِّﺌَﺎﺗِﻬِﻢْ ﺣَﺴَﻨَﺎﺕٍ
sırrına mazhar olur. Ondaki
nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder. Ahsen-i
takvim kıymetini alır, a'lâ-yı illiyyîne çıkar.
Sözler – 320
Dördüncü
Nükte:
Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin
terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir
rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle
terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da
varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i
İlahiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil,
memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de
yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır,
hakikî vazifesi olan şükre girer.
Beşinci
Nükte:
Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin
tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı
noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefs-i insaniye
gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet
derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevale
maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten
ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemutane
kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama' ile
ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli
şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur.
Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde
yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve
mütemerridlere, za'fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla
midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük
olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder.
Nefsin firavunluğunu bırakıp,
kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir
şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini
bozmamış ise...
Mektubat – 400
Sekizinci
Nükte:
Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı
cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve manevî bir perhizdir
ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek
içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben
zarar verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta
manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat
etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona
binemez, o insana biner. Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize
alışır; riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir.
Mektubat – 403
Dokuzuncu
Nükte:
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini
göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur
ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor,
firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda
kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan
doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını,
fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş
ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş:
"Ben benim, sen sensin!" Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş.
Yine demiş: "ENE ENE, ENTE ENTE."
Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra
açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: "MEN ENE VEMA
ENTE?" Nefis demiş:
ﺍَﻧْﺖَ
ﺭَﺑِّﻰ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢُ ٭ ﻭَﺍَﻧَﺎ ﻋَﺒْﺪُﻙَ ﺍﻟْﻌَﺎﺟِﺰُ
Yani: "Sen benim Rabb-i
Rahîm'imsin, ben senin âciz bir abdinim."
Mektubat – 404
Fakat hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir
şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz; belki bir
mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o
feyizler gelebilir.
Mektubat – 70
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sizin mübarek Ramazan-ı Şerifinizi
tebrik ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübareke'nin hürmetine
Rahmeten-lil-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine
rahmetiyle imdad eylesin! Âmîn. Âsâr-ı gazab-ı İlahî olan âfât ve dalaletlerden
muhafaza eylesin! Âmîn. Ve Risale-i Nur şakirdlerini neşr-i envâr-ı Kur'aniyede
muvaffak eylesin! Âmîn.
Kastamonu - 155