Şekva Ona Olmalı, Ondan Olmamalı
Aziz, sıddık
kardeşlerim!
Bu dünyanın hayatı
pek çabuk değişmesine ve zevaline ve fena ve fâni, âkıbetsiz lezzetlerine ve
firak ve iftirak tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı teselli ise, samimî
dostlar ile görüşmektir. Evet bazan bir tek dostunu bir-iki saat görmek için,
yirmi gün yol gider ve yüz lirayı sarfeder.
Şimdi bu acib, dostsuz zamanda samimî kırk-elli dostunu birden bir-iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek; elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz.
Ben kendim, buradaki
kardeşlerimden on sene firaktan sonra bir tekini görmek için bu meşakkati kabul
ederdim.
Teşekki
kaderi tenkid ve teşekkür kadere teslimdir.
Şualar – 310
En esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız, tesanüddür.
Sakın sakın bu
sıkıntıların verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız.
Kısmet ve
kadere itiraz hükmünde olan şekvalar ve "Böyle olmasaydı şöyle
olmazdı" diye birbirinizden gücenmeyiniz.
Ben anladım ki,
bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu, ne yapsaydık onlar bu hücumu
yapacak idiler.
Biz sabır
ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek
tâ inayet-i İlahiye
imdadımıza gelinceye kadar,
az zamanda ve az
amelde pek çok sevab ve hayrat kazanmağa çalışmalıyız.
Şualar – 310
Madem biz kadere
teslim olup, bu sıkıntıları
خَيْرُ الْاُمُورِ اَحْمَزُهَا
sırrıyla ziyade sevab
kazanmak cihetiyle manevî bir nimet biliyoruz; madem geçici, dünyevî
musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor; ve madem
hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kat'î kanaatımız var ki: Biz öyle bir
hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel
ve saadet-i ebediye gibi şirindir.
Elbette
biz bu sıkıntılı haller ile
müftehirane,
müteşekkirane bir mücahede-i maneviye yapıyoruz diye şekva etmemek lâzımdır.
Şualar - 312
ﻣَﻦْ ﺍٰﻣَﻦَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺍَﻣِﻦَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜَﺪَﺭِKadere iman eden gam ve hüzünden
emin olur" sırrıyla,
ﺧُﺬُﻭﺍ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُ Herşeyin güzel cihetine bakınız" kaidesinin
sırrıyla,
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳَﺴْﺘَﻤِﻌُﻮﻥَ ﺍﻟْﻘَﻮْﻝَ
ﻓَﻴَﺘَّﺒِﻌُﻮﻥَ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻫَﺪٰﻳﻬُﻢُ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻭَ ﺍُﻭﻟٰٓﺌِﻚَ ﻫُﻢْ
ﺍُﻭﻟُﻮﺍ ﺍﻟْﺎَﻟْﺒَﺎﺏِ
gayet kısacık bir
meali:
"Sözleri dinleyip en güzeline tâbi' olup fenasına
bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır."
mealinde. Bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve
ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı,
çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.
Sekizinci
Söz'de bir bahçeye iki adam,
biri çıkar biri giriyor.
Bahtiyarı bahçedeki
çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder.
Diğer bedbaht,
temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder,
midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.
Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye
Medresesi bir bahçe hükmündedir.
Hem
çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur.
Âkıl odur
ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet
vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.
Şualar – 509
***
İ'lem Eyyühel-Aziz!
İnsanın Cenab-ı
Hak'tan hiçbir hakkı taleb etmeye hakkı yoktur.
Bilakis daima ona
şükretmeye medyundur.
Çünki mülk onundur.
İnsan onun memluküdür.
Mesnevi-i Nuriye –
229
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Hiçbir
insanın Cenab-ı Hakk'a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de
haddi yoktur.
Çünki
şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı âlemde binlerce hikmet
vardır.
O ferdi
irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır.
Bir ferdi
razı etmek için, bin hikmet feda edilemez.
وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَٓاءَهُمْ
لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ
Eğer her
ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.
Ey müteşekki! Sen
nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun?
Cüz'î hevesini
külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun?
Kokmuş olan zevkini
nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun?
Ne biliyorsun ki,
zannettiğin nimet nıkmet olmasın.
Senin ne kıymetin
var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek
çarklarıyla hareketten teskin edilsin!..
Mesnevi-i Nuriye –
192
Musibetlere karşı
sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
٭ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ
şerefine mazhar
ediyor.
Ve
sabırsızlık ise Allah'tan şikayeti tazammun eder.
Ve
ef'alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar.
Evet musibetin
darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı.
Hazret-i Yakub
Aleyhisselâm'ın
اِنَّمَٓا اَشْكُوا بَثّىِ وَ حُزْن۪ٓى
اِلَى اللّٰهِ
demesi gibi olmalı.
Yani: Musibeti Allah'a şekva etmeli, yoksa Allah'ı insanlara şekva
eder gibi, "Eyvah! Of!" deyip, "Ben ne ettim ki, bu başıma
geldi" diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır,
manasızdır.
Mektubat – 280
Yirmialtıncı Söz'ün
hâtimelerinde denildiği gibi; nasılki bir mahir san'atkâr kıymetdar bir
elbiseyi murassa' ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı lâyık
olduğu bir ücrete mukabil model yaparak kendi san'at ve maharetini göstermek
için; o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı
da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir.
Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san'atkâra desin:
"Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve
beni kaldırıp oturtup, meşakkatle benim istirahatımı bozuyorsun?"
Aynen öyle de:
Sâni'-i Zülcelal herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek
ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san'atını göstermek için; herbir şey'e hususan
zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i
kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını
gösterir.
Herbir
mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal, bir lezzet, bir
feyz veriyor.
مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ ف۪ى مُلْكِه۪
كَيْفَ يَشَٓاءُ
sırrına mazhar olan
o Sâni'-i Zülcelal'e karşı hiçbir şey'in hakkı var
mıdır ki, desin:
"Bana zahmet
veriyorsun. Benim istirahatımı bozuyorsun." Hâşâ!
Evet
mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava
edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin
hakkını eda etmektir.
Çünki verilen bütün
vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.
Fakat verilmeyen
mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise,
illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.
Meselâ madenler
diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u
madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.
Nebatat niçin hayvan
olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için
hakkı şükrandır.
Hayvan ise niçin
insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar
bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza
kıyas et.
Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın,
camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın,
sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
Ey nankör! Daha sen
nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan
vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve
senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana
verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan
şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?
Acaba bir adam;
minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam
bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve
desin:
"Niçin o
minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.
Ne kadar haksızlık
eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder,
divaneler dahi anlar.
Ey kanaatsız hırslı
ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil
insan! Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir
küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise,
nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.
Eğer aklın varsa,
kanaata alış ve rızaya çalış.
Tahammül
etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.
Kimden
kime şekva ettiğini bil, sus.
Her halde
şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.
Mektubat – 284
Ey şükrü bırakıp şekvaya giren hasta!
Şekva, bir
haktan gelir.
Senin bir
hakkın zayi' olmamış ki şekva ediyorsun.
Belki
senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın.
Cenab-ı
Hakk'ın hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekva
ediyorsun.
Sen, kendinden
yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekva edemezsin.
Belki sen, kendinden
sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan bîçare hastalara bakıp şükretmekle
mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak! Bir gözün yoksa, iki
gözü de olmayan a'malara bak! ALLAH'a şükret.
Evet
nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Ve
musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara
bakmaktır ki şükretsin.
Bu sır bazı
risalelerde bir temsil ile izah edilmiş. İcmali şudur ki: Bir zât, bir
bîçareyi, bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı
birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir
hediyeyi veriyor.
O mütenevvi
hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde; o hırçın adam,
bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahud hiçe sayıp şükretmeyerek
yukarıya bakar. Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım, ne
için o dağ gibi veyahud öteki minare gibi çok yüksek değil deyip şekvaya
başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de:
Bir insan
hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan
olup, müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i
nimet kazandığı halde, bazı ârızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere
lâyık olmadığı veya sû'-i ihtiyarıyla veya sû'-i istimaliyle elinden kaçırdığı
veyahud eli yetişmediği için şekva etmek, sabırsızlık göstermek, aman ne yaptım
böyle başıma geldi diye rububiyet-i İlahiyeyi tenkid etmek gibi bir halet;
maddî
hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır.
Kırılmış
el ile döğüşmek gibi, şikayetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki:
لِكُلِّ مُص۪يبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا
اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
sırrıyla
teslim olup sabretsin; tâ o hastalık, vazifesini bitirsin gitsin.
Lemalar – 215
Birinci Mes'ele:
Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.
Musibet-i
diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.
Fakat dinî
olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı
Rahmanîdir.
Nasılki çoban,
gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler
ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler.
Öyle de çok zahirî
musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir
kısmı keffaretü'z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve
za'fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.
Musibetin hastalık
olan nev'i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı
Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: "Ermiş bir ağacı silkmekle
nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor."
Hazret-i Eyyüb
Aleyhisselâm münacatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i
lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa taleb eylemiş.
Biz, o münacat ile
-birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet
etmeliyiz.
Maddî hastalıklar
için ubudiyete mani' olduğu zaman iltica edebiliriz.
Fakat
mu'terizane, müştekiyane bir surette değil, belki mütezellilane ve
istimdadkârane iltica edilmeli.
Madem onun
rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım.
Kaza ve
kaderine itirazı işmam eder bir tarzda "Ah! Of!" edip şekva etmek; bir
nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır.
Kaderi
tenkid eden, başını örse vurur kırar.
Rahmeti
ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.
Kırılmış
el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor.
Öyle de:
Musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti
ikileştiriyor.
İkinci Mes'ele:
Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.
Meselâ: Gecelerde
insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet
verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri,
lâkayd kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla
ehemmiyetle baktıkça büyür.
Merak
vasıtasıyla o musibet cesedden
geçerek kalbde de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad
eder, devam eder.
Ne vakit o
merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü
kesilmesi gibi maddî musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur
gider.
Bu hakikatı ifade
için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey
bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.
Zira feryad
bela-ender, hata-ender beladır bil.
Eğer bela
vereni buldunsa, safa-ender,
atâ-ender beladır bil.
Eğer
bulmazsan bütün dünya
cefa-ender, fena-ender beladır bil.
Cihan dolu bela
başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel
tevekkül kıl!
Tevekkül
ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.
O güldükçe
küçülür, eder tebeddül.
Nasılki mübarezede
müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner,
adavet küçülür mahvolur.
Tevekkül
ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.
Lemalar – 11
Kardeşlerim! Merak musibeti ikileştirir, maddî musibeti kalbde de
yerleştirmek için bir kök olur;
hem kadere
karşı bir nevi itiraz ve tenkidi ve rahmete karşı bir nevi ittihamı işmam eder.
Madem her
şeyde bir güzellik ciheti var ve rahmetin bir cilvesi var ve kader adalet ve
hikmetle iş görür; elbette biz bu zamanda umum âlem-i İslâmı alâkadar edecek
bir kudsî vazife yüzünden hafif bir zahmete ehemmiyet vermemekle mükellefiz.
Şualar – 323
Madem onun
rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım.
Kaza ve
kaderine itirazı işmam eder bir tarzda "Ah! Of!" edip şekva etmek; bir
nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır.
Lemalar – 12
İşte maatteessüf
bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için, tulûat-ı kalbiye tevakkuf ediyor.
Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. Ben
dünyanıza karışmıyorum, buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz,
dediğim halde olamıyor.
Ben de Cenab-ı
Hakk'a niyaz ettim ki; bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsan etsin
ki, düşünmeyeyim.
Lillahilhamd kalbime
bu esas geldi ki: "Bu hizmet-i Kur'aniyede başa ne gelirse gelsin, hattâ
her günde birer başım olsa da kesilse, yine o hizmetin
kudsiyetindeki lezzet-i ruhaniye mukabil geliyor ve kâfidir" diye kemal-i teslim ile kazaya rıza, kadere teslim ve Cenab-ı
Hakk'a tefviz-i umûr düsturunu rehber ittihaz ettim.
Nuh'a yazdığım gibi
size de diyorum ki: Eskide bir zât, haksız bir mesleği hak zannederek, ondan
aldığı bir muhabbet ile diri iken derisinin soyulduğuna tahammül ederek,
kahramanane bir tavır gösterdiği gibi;
acaba
ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat ve bütün envâr-ı hakaikın menba' ve madeni olan
hakikat-i Kur'aniyeye hizmetimizdeki kudsî lezzet, bu mülhidlerin muvakkat, ehemmiyetsiz
iz'açlarına ve kalbimizde açtıkları yaralara tiryak ve
merhem olamaz mı?
Elbette
olur ve olmuş ve oluyor.
Barla – 338
Madem hakikat budur
ve madem şimdiye kadar Risale-i Nur'un hizmetinde inayet-i Rabbaniyenin
tecellisini inkâr edilmeyecek derecede gördük; herbirimiz cüz'î ve küllî bunu
hissetmişiz ve madem şimdi siyasetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine
karşı tahşidatı oluyor ve madem elimizden kazaya rıza
ve kadere teslim ve hizmet-i imaniye ve Kur'aniye ve Nuriyenin verdikleri büyük
ve kudsî teselliden başka bir şey gelmiyor; elbette
bize en elzem iş, telaş etmemek ve me'yus olmamak ve birbirinin kuvve-i
maneviyesini takviye etmek ve korkmamak ve tevekkülle bu musibeti karşılamak ve
habbeyi kubbe yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini habbe görüp ehemmiyet
vermemektir.
Bu dünya hayatı,
hususan bu zamanda, bu şerait altında kıymeti yoktur.
Başa ne
gelse gelsin, hoş görmeli.
Şualar – 336
Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve
ruhen ve fikren- daha az sıkıntı çeken yoktur.
Çünki kalb
ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler.
Maddî zahmetler ise,
Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevablı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i
imaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve
sabırla karşılıyorlar.
İman-ı
tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir diye halleriyle isbat ediyorlar.
Evet "Mevlâ
görelim neyler, neylerse güzel eyler." deyip, metinane bu fâni zahmetleri
bâki rahmetlere tebdile çalışıyorlar.
Cenab-ı
Erhamürrâhimîn onların emsallerini çoğaltsın, bu vatana medar-ı şeref ve saadet
yapsın ve onları da Cennetü'l-Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eylesin,
âmîn!
Said Nursî
Şualar – 295
***
Aziz, sıddık
kardeşlerim!
Bu şiddetli kışta ve
manevî, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev'-i beşer içtimaî hayatında müdhiş,
kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan bîçarelere, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i
nev'iye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim.
Çok yerlerde beyan
ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn ve Ahkemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerim
ve Rahîm'in hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti.
Manen denildi ki: "Senin bu şiddetli teessürün, o Hakîm ve Rahîm'in
hikmetini, rahmetini bir nevi tenkid hükmüne geçer.
Rahmet-i
İlahiyeden ileri şefkat olunmaz.
Hikmet-i
Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz.
Âsiler
cezalarını; masumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını
alacaklarını düşün!
Senin
daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti
ve rububiyeti noktasında bakmalısın!"
Ben de o lüzumsuz,
şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.
Otuz sene evvel
aşairlerde gezerken böyle sual ettiler:
Acaba şu zaman ve dehrin
şikâyetindeki, hattâ büyük zâtlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikâyet
ediyorlar. Ondan, Sâni'-i Zülcelal'in san'at-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?
Cevab:
Hâyır ve aslâ!..
Belki manası şudur: Güya şikâyetçi der ki:
İstediğim emir ve
arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal; hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim
olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergeliyle
nakşolunan feleğin kanunu müsaid değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında
tab'olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden
hikmet-i İlahiye razı değildir ki; şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak'ın yed-i
kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla
istediğimiz herbir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.
Evet bir
şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden
durdurulmaz.
İşte otuz sene
evvelki cevaba Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde, böyle küçük bir haşiye
ilhak ediyor ki:
Herbir unsurun,
maddî ve manevî kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer hayırlı neticeleri ve
gayeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazifesinden
durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terketmekle, yüzer şerr yapmak, tâ bir
tek şerr gelmesin gibi hikmete, hakikata, rububiyete münafî olur.
Fakat küllî
kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, inayat-ı hâssa ve imdadat-ı
hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanürrahîm her bîçarenin imdadına
yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir.
Fakat o
ferdin hevesiyle değil, hakikî menfaatıyla yardım eder.
Bazan, dünyada
istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.
Kastamonu - 220