Deizm-2 (YARATAN ALLAH'TIR)
(Allah kainatı bir fabrika olarak yaratıp, hâşâ bırakmamıştır)
Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ: "Bir zât hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san'atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz'ü, herbir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san'atını onlara havale ediyor." diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!
Aynen öyle
de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler.
Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san'at
var; onlar da sair mahlukat gibi masnu'durlar. Onları öyle yapan zât, onların
neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde
ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa
ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka
tabiatları, sebebleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız,
imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise,
cehaletlerin en antikasıdır.
Lemalar - 324
İsm-i Kayyum'un bir cilve-i a'zamına işaret eden
ﻟﺎَ ﺗَﺎْﺧُﺬُﻩُ ﺳِﻨَﺔٌ ﻭَﻟﺎَ ﻧَﻮْﻡٌ ٭ ﻣَﺎ
ﻣِﻦْ ﺩَٓﺍﺑَّﺔٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ ﺍٰﺧِﺬٌ ﺑِﻨَﺎﺻِﻴَﺘِﻬَﺎ ٭ ﻟَﻪُ ﻣَﻘَﺎﻟِﻴﺪُ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ
ﻭَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ
gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i a'zamın bir vechi
şudur ki:
Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin
kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i
Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz'dan bin defa büyük
milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine
çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler
yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren
bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve
devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal'in madde-i esîriye
içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde
sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i
Arz'dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz,
istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip
gayet muhteşem bir ordu şeklinde "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen
fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum'un a'zamî cilvesine
bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi,
yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar.
Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir a'zâya mahsus bir heyet ile
küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde
vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe
kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed
muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat
ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve
gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilân
ederler.
Lemalar – 344
Evet sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki;
bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada
ﺍَﻟﻠّٰﻪُ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺭَﻓَﻊَ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ ﺑِﻐَﻴْﺮِ
ﻋَﻤَﺪٍ ﺗَﺮَﻭْﻧَﻬَﺎ
sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı
kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa;
hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut
edecek.
Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve
bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır.. öyle
de: Mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata
olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde
olan sırr-ı kayyumiyette
ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻳُﺮْﺟَﻊُ ﺍﻟْﺎَﻣْﺮُ ﻛُﻠُّﻪُ
sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada
dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller
lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller
lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir
cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz
olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle
silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet
anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve
manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.
Lemalar - 346
Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî'ye ve Alîm-i Külli
Şey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın
ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o
küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i
san'atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünki esbab-ı tabiiye ile esbab-ı
maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle
ise, her halde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi
zîhayat olursa olsun, ekser anasır ve enva'ından numuneler, içinde vardır.
Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir
çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle
eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem
esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste,
bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip
döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti
hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz hadd ü hesaba gelmez eşkâller,
mikdarlar içinde, bir tek şekil ve mikdarda sel gibi akan anasırın zerreleri
dağılmayarak, muntazaman, mikdarsız, kalıbsız birbiri üstünde kitle halinde
durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan,
ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa,
görür.
Evet bu hakikata binaen
ﺍِﻥَّ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺗَﺪْﻋُﻮﻥَ ﻣِﻦْ ﺩُﻭﻥِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ
ﻟَﻦْ ﻳَﺨْﻠُﻘُﻮﺍ ﺫُﺑَﺎﺑًﺎ ﻭَﻟَﻮِ ﺍﺟْﺘَﻤَﻌُﻮﺍ ﻟَﻪُ
bu âyet-i azîmenin sırrıyla
{(Haşiye): Yani Allah'tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet
ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halkedemezler.}
bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa,
bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla
toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar.
Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı,
muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise; bilbedahe esbab,
bu eşyaya sahib çıkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri başkadır.
Evet öyle bir sahib-i hakikîleri var ki;
ﻣَﺎ ﺧَﻠْﻘُﻜُﻢْ ﻭَﻟﺎَ ﺑَﻌْﺜُﻜُﻢْ ﺍِﻟﺎَّ
ﻛَﻨَﻔْﺲٍ ﻭَﺍﺣِﺪَﺓٍ
âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir
sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icad
eder. Çünki toplamağa muhtaç değil. Emr-i Kün Feyekûn'e mâlik olduğundan ve her
baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz
sıfât ve ahval ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde herşeyin plânı,
modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve
kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet
kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyarat
mutî' bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.
Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o
ilm-i ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda
gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez.
O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud'u gebertir. Karınca,
Firavun'un sarayını harab eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir
çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor.
Lemalar – 240
İlim noktasında hadsiz bir suhulet vardır. Şöyle ki: Kader,
ilmin bir nev'idir ki, herşeyin manevî ve mahsus kalıbı
hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey'in vücuduna
bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet suhuletle o
kaderî mikdar üstünde icad eder.
Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelal'e
verilmezse; -sâbıkan geçtiği gibi- binler müşkilât değil, belki yüz muhalat
ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıblar, küçücük bir hayvanın
cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.
İşte vahdette nihayetsiz kolaylık ve dalalette ve şirkte
hadsiz müşkilâtın bir sırrını anla;
ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﻣْﺮُ ﺍﻟﺴَّﺎﻋَﺔِ ﺍِﻟﺎَّ ﻛَﻠَﻤْﺢِ
ﺍﻟْﺒَﺼَﺮِ ﺍَﻭْ ﻫُﻮَ ﺍَﻗْﺮَﺏُ
âyeti, ne kadar hakikatlı ve doğru ve yüksek bir hakikatı
ifade ettiğini bil!.
Lemalar – 192
Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve
san'atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o
sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıb
bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i
ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu
hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan
zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve
ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka
bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden
gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket
ederler.
Sözler – 469
Onikinci Pencere
ﺳَﺒِّﺢِ ﺍﺳْﻢَ ﺭَﺑِّﻚَ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠٰﻰ ٭ ﺍَﻟَّﺬِﻯ
ﺧَﻠَﻖَ ﻓَﺴَﻮّٰﻯ ٭ ﻭَﺍﻟَّﺬِﻯ ﻗَﺪَّﺭَ ﻓَﻬَﺪٰﻯ
sırrınca: Umum eşyada hususan zîhayat masnularda hikmetli
bir kalıbdan çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle
verildiği ve o suret ve o miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü
hududlar bulunması; hem müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret-i libasları
ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı
hayatiyeden terkib edilen manevî ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması,
bilbedahe gösterir ki: Bir Kadîr-i Zülcelal'in ve bir Hakîm-i Zülkemal'in kader
dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kudretin destgâhında
vücudları verilen o hadsiz masnuat, o zâtın vücub-u vücuduna delalet ve
vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi
cismine ve a'zâlarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve
faidelerine bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti gör.
Sözler – 662
Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani
nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan
suretine bir kasd, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen
nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıbdan
kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu
vücud libasını her sene değiştirir.
İşarat-ül İ'caz – 56
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrısı, bir sahifeyi
yazan satırı yazanın gayrısı, kitabı yazan sahifeyi yazanın gayrısı olması mümkün
olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halkedenin gayrısı, hayvanı
yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halkeden, Rabbü'l-Âlemîn'in gayrısı olması
muhaldir.
Rububiyet-i âmmenin işaretlerindendir ki, kâinat kitabında
öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin bir kısmında bir kelime yazılıdır.
Bir kısmında bir kelâm, bir kısmında bir kitab yazılıdır. Meselâ: O kitabda
bahr, şecer, arz birer harf makamındadırlar. Birinci harfte semek kelimesi,
ikincisinde şecer kelâmı, üçüncüsünde hayvan kitabı yazılmıştır. Hattâ, Yâsin
suretinde tam Yâsin Suresi yazıldığı gibi, bazı masnuatta, bir kelime olan
isminde, çekirdeğinde o masnuun suresi ve kitabı yazılmıştır.
Mesnevi-i Nuriye – 196
Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi,
ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o
zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar
ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve
her gün ﺍَﻟْﻤَﻮْﺕُ
ﺣَﻖٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle
imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.
Madem manevî hâcat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o
vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah
zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve
imanın ders ve takviyesidir.
Lemalar - 173